1962 ylının son günleriydi. Yılbaşını kutlamak için Sivas’tan annem, babam, yengem Esin, bebeği Levent ve ben trenle Kayseri’ye Suzan ablamlara gitmiştik. Yılbaşını kutladık. Babamın mesuliyetleri gereği ve benim okulum olduğundan, annemler Kayseri,de kaldı, ben ve babam trenle Sivas’a döndük.
Gece yarısına doğru eve geldik. Ev çok soğuk olduğundan, babam soba yakmak için odun hazırlamaya başladı. Ben de bavulları odaya taşıdım. Sonra babam odaya gelip bana bir şeyler anlatmaya çalıştı fakat söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Birden babamın ağzının sağa doğru eğilmiş olduğunu fark ettim, korktum. Hemen koluna girip yavaş yavaş evimizin karşısındaki hastaneye götürdüm. Yolda o bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ben bir yandan ağlamamak için büyük gayret sarfediyor, bir yandan söylediklerini anlıyor görünmeye çalışıyordum.
Sonunda hastaneye vardık ve uzun süre nöbetçi doktoru bekledik. Beklerken babam o güzel gözlerini gözlerime dikti ve devamlı “Bana bir şey olursa sen ne olacaksın” der gibi bana baktı durdu. O halinde bile kendisini değil beni düşünüyordu. Sonunda kaba ve duygu yoksunu nöbetçi doktor teşrif etti. Hiç sempati göstermeden, artık konuşamayan babama kollarını kaldırmasını söyledi. Babam bir tek sağ kolunu havaya kaldırdı ve şaşkınlıkla kalkmayan sol koluna bakmaya başladı. Daha 17 yaşında bir lise talebesiydim. Çaresizlikle o kalkmayan kolunu kaldırmaya uğraşan babamın ellerine sarılıp öpmek, öpmek hiç bırakmamak istedim. Sonra babam içimden geçenleri anlamış gibi bana döndü ve “Üzülme ben iyiyim” der gibi gözlerimin içine uzun uzun baktı. Sonra onu sedyeye koydular ve yukarı kata çıkardılar. Babamı son görüşüm oldu bu.
Eve geldim. Çok ama çok soğuk bir geceydi. Babamı yattığı oda bizim evin penceresinden görüldüğünden, gözyaşları içinde ne yapacağımı bilemeden pencerenin önünde oturup bütün gece o odayı gözetledim. Bazen yorgunluktan uyuya kaldım. Rüyamda aynen hastanede olanları görüyordum ve babamın kalkmayan kolu gözlerimin önünden gitmiyordu. Bunun bir rüya olduğunu varsaymaya çalışıyor, uyanınca her şey düzelecek diye kendi kendimi ikna etmeye çalışıyordum.Öyle yalnızdım, öyle çaresizdim, öyle üşüyordum ki.
Maalesef olanlar bir rüya değildi. Sabaha karşı hastanenin pencerelerinden bizim eve bakanlar bir hayli çoğalınca babamın öldüğünü anladım.
Sonra annemler Kayseri’den geldiler. Komşular geldiler. 35 yıllık öğretim üyesi, örnek insan babamı öğleden sonra belediye bandosu refakatinde Shopen’in cenaze marşıyla cenaze arabasına koymadan, omuzlar üstünde taşıyarak Halifelik mezarlığına getirdik. Ocak ayının üçüncü günü inanılmaz bir zemheri ayazında toprağa verdik. 1963 senesini hiç sevmedim. Hala da sevmem.
Seneler sonra; ilk kitabım “Bir Sivaslının Anılarının” ilk sayfasına şunları yazdım. ”Bu kitabı; yaz-kış demeden Sivas’ın köy okullarını bazen yaya, bazen at sırtında, bazen bulabildiği herhangi bir vasıtayla teftiş etmiş, okulu olmayan birçok köye okul yapılmasına önayak olmuş, Sivas öğretim kurumlarına 35 yılını vermiş güzel insan Gezici Baş öğretmen babam Ahmet Karabenli’ye ithaf ediyorum”
Yaaa! sevgili “F” vitaminlerim, bütün hayatım boyunca böyle bir babayı örnek aldım ve ona layık bir evlat olmaya çalıştım. 3 ocak 1963 senesinden bu güne tam 54 sene “Babam” diyememenin acısıyla, hasretiyle yaşadım. Şimdi bana hayat veren, beni hayata bağlayan en güzel laf kızımın ağzından çıkan “Babam” lafıdır. Babalarınızın değerini bilin, anlayın olur mu?
BABALAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN.