Şimdi artık resmiyette Kızılbaş sözcüğüne rastlanmıyor. Kızılbaş sıfatını onlara Osmanlı Ortaçağında başlarına giydikleri kırmızı renkli bir başlık nedeniyle Sünniler takmış.
Şimdi artık "Alevi" deniyor. Alevilerin bir kısmı kendilerine Kızılbaş denmesinden hoşlanmıyor, çünkü bu adlandırma başka birtakım olumsuz davranışları da çağrıştırıyor.
Bu öyle bir sert kavgadır ki, Sünni ideoloji, onlara bu dünyada da öte dünyada da herhangi bir hak tanımamış.
Kızılbaşlar, yüzyıllar boyu zulüm ve katliama uğramışlar, bu nedenle gözden ırak yerlere, dağların arkasına, kervan geçmez yerlere adeta saklanmışlar.
Buralarda inançlarına göre bir kültür ve gelenek oluşturmuşlar. Devlet kapısına gitmekten çekinmişler, kendi mahkemelerini kurmuşlar.
Bazı tanıklıklar
Çocukluğumun geçtiği köyün bitişiğinde küçük bir Kızılbaş köyü vardı. Topraksızdılar, bir ağanın yarıcısı durumundaydılar.
Sele sepet örerler, komşu köyleri gezerek bunları mısırla takas ederlerdi.
Daha ilerilerde Niksar taraflarında da "Kızılbaş"ların yaşadığını biliyorduk. Düğünlere davul zurnacılar oralardan gelirdi.
"Kızılbaş"ların inançları hakkında, birtakım yerleşik kanılar vardı. Bunların "mum söndü" toplantılarında bir araya geldiklerinde ahlaka aykırı şeyler yaptıkları söylenirdi. Kestikleri yenmezdi. Tavşanı kutsal saydıkları bilinirdi.
O kadar din dışıydılar ki, bir 'Kızılbaş'ın Müslüman olması için önce Hıristiyan olması gerektiğine, ardından Hristiyanlıktan istifa edip Müslüman olabileceğine inanılırdı.
Samsun-Lâdik Akpınar İlköğretmen Okulu'nda daha çok Akkuş İlçesi'nin köylerinden gelme Alevi arkadaşlarımız da vardı. İnançları ve gelenekleri hakkında sustular.
Bu konularda hiçbir şey anlatmazlardı. Kendileri hakkında bu olumsuz yargıları biliyor olmalıydılar.
Fakat arkadaşlarımız onlara bazen şaka yollu takılırdı. "Ulan Kızılbaş" dedikleri de olurdu.
Okul duvar gazetesinde günlük yazılar yazmaya heveslendiğimde, bu yazıların birinin başlığını "Kızılbaş" koydum.
Yurttaşlar arasında herhangi bir ayırım yapmaya hakkımız olmadığını, bu arkadaşları "Kızılbaş" diyerek onları incittiğimizi anlatmaya çalıştım.
Kültür Edebiyat Kolu rehber öğretmeni bu yazımı duvar gazetesinden söktü. Resmiyet, böyle şeylerin kurcalanmasını istemiyor olmalıydı.
Okulda bu arkadaşlar herhangi bir ayrıcalığa da uğramıyorlardı zaten. Hepimiz bu memleketin yurttaşlarıydık ve Müslümanlığımızı reddetmemekle birlikte hepimiz Atatürkçü olmalıydık.
İlk kez 1965 yazında askerdeki sosyalist bir arkadaştan "Ben Aleviyim" itirafını duyduğumda şaşırmıştım. Açık açık söylüyor ve Alevilerin bazı inanç ve geleneklerinden söz ediyordu.
Türkiye kentlileşiyor, Aleviler de kentlere akı ediyor, bir kısmı inanç kimliğini saklamakla birlikte bazıları Alevi olduğunu itirafa başlıyordu.
Hatta Alevi toplumu siyasetin malzemesi haline de geldi. Alevi partileri kuruldu. Sünni toplumun aydınları, kentlileri Alevilerin de kendileri gibi normal yurttaşlar olduğunu öğrenmeye başladı.
Ankara Seyranbağları'nda bir okulda Türkçe öğretmenliği yaparken, öğrencileri evlerinde ziyaret etmeye çalışıyordum.
Seyranbağları'nda Sivas kökenli Alevi aileler de vardır. Bir pazar günü ziyaret ettiğim evde öğrencimle konuşurken ders kitabında bir şiiri bulunduğu için Pir Sultan Abdal'ın adı geçti.
Ocak başında oturan yaşlı ninenin Pir Sultan Abdal'ın adını duyunca gözleri parladı. Benim "kendilerinden" yani Alevi olduğumu sandı.
Bu inancın temelinde ezilmişlik var
Dinlerin sınıflaşmış toplumların bir ürünü olduğu artık biliniyor. Alevilerin ortaya çıkışı da bir iktidar mücadelesine dayanıyor.
Hazreti Muhammet'in temellerini attığı Arap İslam devleti içinde Ali'nin Halife olmasını isteyen taraftarlarla ötekiler arasında sert bir mücadele yaşanmış, Ali öldürülmüş, Muaviye iktidarı ele geçirmiş, Ali'nin çocukları da taraftarlarıyla birlikte katledilmiştir.
Muaviye taraftarları, Ali taraftarlarının bütün meşruiyetini ortadan kaldırmak için yüzyıllar sürecek bir ötekileştirme ve lanetleme mekanizmasını işletmişlerdir.
Alevilerin mum söndü yaptıkları, kestiklerinin yenmeyeceği gibi inançlar o yıllardan kalmış olmalıdır.
(Bugünkü iktidar mücadelesinde benzer ötekileştirmeler yaşandığını görmüyor muyuz?)
Böylece Alevilik, önce Arap toplumunda, ardından Şiilik olarak Farslarda, buradan da Türklere geçen ve gitgide sistemleşen bir inanç sistemi haline gelmiştir.
Ali taraftarlığının farklı toplumlarda farklı mezhepler halinde biçimlendiğini biliyoruz. Adı İran'da Şiilik'tir. Türklere ise Alevilik, Kızılbaşlık olarak geçmiştir. Kars'ta Caferi kolu da vardır.
Osmanlılarda Hacı Bektaş Veli düşüncesi iki kola ayrılır. Bir kolu kentlerde yaşayanlardır ki adı Bektaşiliktir.
Devlet için zararsızdır. Hatta Yeniçeri Ocağının inanç sistemidir. Alevi-Kızılbaşlık ise köylerde yarı gizli yaşayan ve devlet için tehlikeli bir inanç olmaya devam etmiştir.
Cumhuriyet'in Alevilere karşı tutumu
Türkiye Cumhuriyeti Alevilik gibi bir kurumu hiçbir yasal ve hukuki belgede tanımamıştır. Osmanlı Devleti gibi, Sünni İslam'ı da teşvik etmemiştir.
Sünni İslam'ın Padişahlık ve Sünniliğin baş imamı olan Halifeliğin kaldırılması, imam hatip okullarının kapatılması, ibadet dilini Türkçeleştirmeye çalışması, Alevi toplumunu Cumhuriyet taraftarı yapmıştır.
Bununla birlikte laik devlet, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurarak bir yandan dini denetim altına alırken, diğer yandan Sünni toplumun bazı ihtiyaçlarına cevap verme yoluna gitmiştir.
Laik devletin ilkeleri arasında devlet herhangi bir din ve mezhep taraftarı olamayacakken böyle bir durumun ortaya çıkması devletle dinin bağının kopmaması anlamına gelir ki bu laikliğin Türkiye koşullarına uyarlanması sonucudur.
Çok partili hayatın cilveleri
1923'ten beri geçen yaklaşık yüz yılın bu alanda getirdikleri ve götürdüklerini sıralamaktan vazgeçerek günümüzde sorunu aldığı biçime baktığımızda devletin anayasada "laiklik" ilkesi var olmaya devam etmekle birlikte, Türkiye'nin bir din devleti olma yolunda koşar adım ilerlediğini görüyoruz.
Siyasi iktidarı ele geçiren kadroların inançları nedeniyle devlet bir "Sünni İslam" kurumu haline gelmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı'na toplumu biçimlendirmede verilen rol, imam hatiplere verilen görev, Sünni İslam'ın okullarda din dersi adı altında okutulması, bu da yetmiyormuş gibi dinci vakıfların parasal olarak da korunup kollanması, Türkiye'yi laik bir devlet olmaktan çıkarmıştır.
Laikliğin güvencesi artık devlet değil, gitgide modernleşmekte ve başka inancalara karşı hoşgörüsü genişlemekte olan toplumdur.
Ne var ki, bu devlette, birçok kısıtlamalara rağmen hâlâ çok partili bir hayat hüküm sürmektedir. Önümüzdeki seçimlerde siyasi iktidarın düşme tehlikesi belirmiştir.
Bu nedenle, şimdiye kadar dışlanan bazı kesimlerin de okşanması, buralardan partiye oy akışının sağlanması gerekmiştir.
AKP'nin "Alevi açılımı"nın nedeni bundan başka bir şey değildir. Cemevlerinin giderlerinin camiler gibi devlet tarafından karşılanması, Alevi dedelerine maaş bağlanması gibi öneriler gündemdedir.
Fakat Sünni İnancın siyasi temsilcileri Cem Evlerini bir ibadethane olarak kabul etmeye yanaşmamaktadırlar.
Alevi kurumlarının Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlanmak istenmesi, Aleviliğin folklorik bir öge gibi kabul edilmesinin sonucudur.
Semah, sanki horon gibi turistlerin ilgisini çekecek bir oyundur! Bir inanç sisteminin ibadethane açması için onun bir din olarak kabul edilmesi gerekir.
Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, ülkemizden çok uzaklarda bulunan Budizm'in ibadethaneleri vardır ama Sünni İslam'ın siyasi muktedirleri Alevilerin bir ibadethaneleri bulunmasını kabul etmemektedir.
Bu durum, Hristiyanlığın mezheplere bölündüğü tarihlerde Papalığın diğer mezhepleri reddetmesine benziyor.
Hıristiyan toplumunda din kavgaları tarihe karıştığı halde İslamiyet bu tıkanmayı aşamamıştır. Bunun en belirgin kanıtı, Alevilere ibadethanenin meşru görülmemesidir.
Alevilik bir din mi, mezhep mi, tarikat mı?
Alevi inancı içinde farklı kolların bulunduğu bir gerçek olmakla birlikte onun bir din mi, mezhep mi olduğu tartışılıyor.
Dört mezhebe itibar eden Sünnî İslam, Aleviliği İslam dışı saymaya devam ediyor. Bununla birlikte çoğunluğu Sünni İslamlardan oluşan toplum Aleviliği İslam içi bir inanış olduğunu düşünüyor.
Böylece, ülkede yeni bir bölünmenin önüne geçmeye çalışıyor. Alevilerin bir kısmı da aynı düşüncededir fakat bazı Alevi çevreleri Aleviliğin ayrı bir din olduğunu savunuyor.
Buna hak verdirici olgular da yok değil. Alevilerin bir Allah'ı Sünni ve Şiilerle ortak bir peygamberi olmakla birlikte, İslam'ın şartlarından bir kısmını farz saymıyor. Namaz, ramazan orucu, kâbe haccı bunlardandır.
Herhangi bir başka dine mensup olanlar isteseler de Alevi olamazlar. Alevilik, soydan geçmektedir. Önderleri 12 İmam'dır. İbadet biçimleri Sünnilerden tamamen farklıdır.
Bu gerekçelerle Avrupa'daki bazı Alevi toplulukları Aleviliğin İslam'dan farklı bir din olduğunu yaşadıkları ülkenin hükümetlerine de kabul ettirmişlerdir. Türkiye'de de böyle düşünenler vardır.
Alevilik İslam'ın bir kolu mudur, değil midir? Buna karar verecek olan Alevi olmayanlar değildir. Ne olduklarının kararını Alevilere bırakmak gerekir.
Daha uzun bir yolumuz var
Sonuç olarak, AKP'nin "Alevi açılımı" kritik bir seçime yol alırken oy devşirmek için yapılmış bir siyasi hamledir ve AKP'nin istediği sonucu vermeyecek gibi görünüyor.
Laik bir devletin yapması gereken, bütün inanç gruplarına eşit uzaklıkta olmak, din hizmetlerini yerine getirecek bir ruhban sınıfını beslemekten vazgeçerek, bu işi o dinin mensuplarına bırakmak, dini siyaseti için kullanmayı yasaklamak, okul programlarında dinî referansları ayıklayarak yalnızca bilim okutmaktır.
Bunu gerçekleştirmek için daha uzun bir yolumuzun olduğu da görülüyor.