Uğur Batur: Bildiğiniz gibi genel seçimler bittikten sonra siyaset, bir hayal kırıklığı ve bunun getirdiği rehavet dönemine girdi. Arkasından da Meclisin tatile girmesiyle deyim yerindeyse tam anlamıyla “ölü toprağı” serpildi fakat biz Zafer Partisi olarak bu dönemin duraksama dönemi değil, aksine daha çok çalışma dönemi olduğunun bilincindeydik.
Cumhuriyetimizin 100. yılını; İstiklal Marşı’nda ayağa kalkmayanlara, her bayram hasta olanlara, Atatürk resimlerini devlet kurumlarından kaldıranlara, andımızı okullardan çıkaranlara ve hatta daha da ileri gidip Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden T.C. harflerini kaldıranlara inat, Atamıza ve verdiği o muhteşem mücadeleye yakışır şekilde kutlamamız gerektiğinin farkında ve bilincindeydik.
Bu bilinçle 24 Temmuz’da Lozan Barış Antlaşması Paneli düzenledik. Hani o Lozan’ı farkı anlatmak isteyenler vardı ya, işte o Lozan Antlaşması’nın önemini ve psikolojik etkilerini, neden bu kadar önemli olduğunu Türk gençlerine anlattık.
Tabi bunun sonrasında durmadık. 8-9 Ağustos’ta geçen sene ilkini düzenlediğimiz Çanakkale Kampını düzenledik. 57. Alay’ın yaşadıklarını, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı hamlelerin ne kadar önemli olduğunu Türk gençliğine anlattık. Onların yattığı topraklarda yattık, kalktıkları saatte kalktık ve yedikleri karavanayı yedik. Tüm amacımız Türk gençliğine bir nebze de olsa savaşın zorluklarını ve şartlarını anlatabilmekti.
Bununla da yetinmedik. 28 Ağustos’ta İnebolu’dan Ankara’ya uzanan İstiklal Yolu Zafer Yürüyüşü’nü düzenledik. Bu yol, Kurtuluş Savaşı’nda kağnılarla mühimmatın taşındığı, Şerife Bacıların çocuğunun ölümünü göze alarak, battaniyeyi çocuğuna değil mühimmata örttüğü yoldu. Bunları anlata anlata 340 km olan İnebolu - Ankara yürüyüşünü gerçekleştirdik.
Yürüyüş esnasında, yürüyüşe katılan gençlerden sık sık şu cümleyi duydum, “Bu kadar imkan ve elimizde hiç ağırlık olmadan biz 2 gün dayanamadık. Nasıl yürümüşler?” İşte bunu duyduğumda başardığımızı anladım. En azından bizimle yürüyüşe katılanlar artık Kurtuluş Savaşı’nın ne kadar zor şartlarda ne kadar büyük bir inançla kazanıldığının farkındaydı.
Yani biz başkaları gibi Ankara -İstanbul arasını yürümedik veya sarayımızdan açıklama yapmadık. Atamızın izinde, Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın yanında Kurtuluş Savaşı’nda yaşananları yaşamaya, yaşatmaya çalışarak yürüdük.
Biz Cumhuriyetimizin 100. yılında Atatürk'ü bu kadar anlatmaya ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ne kadar büyük fedakarlıklarla kazanıldığını anlatmaya çalışırken onlar neler mi yapıyorlardı? Altılı masada durum tam da bizim seçimden önce söylediğimiz ve uyardığımız gibi oldu. Hepsi kendi çıkarının derdine düşmüş bir şekilde dağıldı. Zaten zihniyette hiç ayrılmamış olan partiler tekrar AKP’ye yeşil ışık yakmaya ve yanaşmaya başladılar.
CHP içinde sesler yükselmeye başladı ve Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı sorgulanır oldu ve sürekli birbirlerine, “Biz nasıl 39 milletvekili verdik?” diye sormaya başladılar. Bu arada hepsi can simidi olarak sığınmacılar ve onların ülkelerine gönderilmesi meselesine sarıldı. “Biz göndermeyeceğiz” yok “Gönüllü göndereceğiz” yok “Oğlum entegrasyon dersi veriyor” diyen herkes şimdi nasıl göndereceklerini her gün televizyonda anlatmaya başladı. Üstelik bizi suçladıkları gibi hiç “ırkçı” olmadılar.
Saray cephesi ise hazır muhalefet kendi derdine düşmüşken boş durmuyordu tabi. Önce onlar da sığınmacı meselesine girip “yarım elma gönül alma” yaptılar ve arkasından hedef şaşırttıktan sonra asıl meseleyi tam 12 Eylül’e denk getirdiler. 12 Eylül’de Anayasa Sempozyumu düzenlediler.
Biz, “Cumhuriyetimizin 100. yılını daha anlı şanlı nasıl kutlarız?” derken onlar anayasayı değiştirmek derdindelerdi. Ne büyük tesadüf ki altılı masanın mutabakat metninde yer alan 1921 ANAYASASI tekrar gündemdeydi.
Recep Tayyip Erdoğan konuşmasında “Milli mücadelenin meşru zeminini oluşturan anayasa 1921 ANAYASASIDIR” diyerek gerekeni söylemiş oluyordu. Ee ne de olsa, 1921 Anayasası, ÜNİTER DEVLETİ değil FEDERE DEVLETİ savunuyordu. Bunu destekleyen diğer söylem ise “İnsanların doğuştan gelen hak ve özgürlükleri” cümlesiydi. Bir de yetmezmiş gibi bunu “milletin çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan bir anayasa” cümlesiyle taçlandırdı.
Genel Başkanımızın dediği gibi “Türlü yemeği çeşitli olur. Milletin çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan anayasa yapacağız demek, Türk Milleti’ni dağıtacağız demektir.” Aslında buna en güzel açıklamayı Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1930’da yapmıştı, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” Bundan daha kapsayıcı veya sizin deyiminizle ‘kuşatıcı’ ne yazabilirsiniz ki?
Ayrıca şunu da belirtmek isterim aynı panelde dediniz ki, “Geçirdiği onca değişiklikle adeta yamalı bir bohçaya dönen anayasayla devam etmek siyaset için de ülke için de artık taşınması zor bir yüke dönmüştür.”
Bizler için taşınması zor olan tek yük sizsiniz.
Sayın Cumhurbaşkanının da yine aynı sempozyumda söylediği gibi, ‘Önemli olan anayasaları modern dünyanın güzel kavramları ile süslemek değil, metinlerin ruhuna uygun yönetimler ve uygulamalar ortaya koymaktır.’
İktidarınız boyunca ortaya koyduğunuz hatalı uygulamalar, anayasayı keyfi kullanımınız ülkemizi bu hale getirmiştir. Şimdi keyfinize göre yeni bir anayasadan bahsediyorsunuz. Bugüne kadar sizleri çok kez uyardık. Şimdi tekrar uyarıyoruz:
TÜRKİYE’Yİ BİR ETNİK CEHENNEME ÇEVİRMEYİN!
Sakın bunu yapmayın.
“Bu anayasa bir darbe anayasasıdır” dediğiniz anayasa 1982‘den beri o kadar çok değişikliğe uğradı ki en ciddi ve en fazla değişiklik de AKP hükümeti zamanında yapıldı. Sadece sizin döneminizde 12 kez değiştirildi, 3 kez referanduma götürüldü, 134 maddesi ve yüzde 75’İ DEĞİŞTİRİLDİ. Yani bu güne kadar beceremediniz, 13.de mi becereceksiniz?
Sanırım artık kendi yaptığınızı da beğenmiyorsunuz.
Evet, farkındayız. Partimizin kuruluşundan itibaren geçen bu 2 yılda sizi o kadar şaşırttık, o kadar üstünüze geldik ki; hiç alışık olmadığınız bir rakiple ve muhalefetle karşılaştınız. Önce dediklerimize itiraz ettiniz. Mesela sığınmacılar ile ilgili “Biz göndermeyeceğiz” dediniz, baktınız olmuyor, biz doğruları anlatıyoruz; 15 gün sonra “biz de göndereceğiz” dediniz. Önce saldırdınız, sonra taklit etmeye başladınız.
Ajan dediniz olmadı, ırkçı dediniz olmadı; hatta ne hikmetse şimdi o ırkçı dediğiniz kişinin, ırkçılıkla suçladığınız politikasını benimsediniz.
Ama bunlar da işlemeyince işi başka boyutlara getirip internet üzerinden saldırılar başlattınız. Şu anda bu saldırılarla ilgili kimseyi suçlamıyoruz. Araştırmaktayız. Tek tek hepsinin kimlerle bağlantılı olduklarını ortaya çıkaracağız. Ama herkes bilir ki bize bu tarz saldırılar bize vız gelir. Eğer aklınızda olay çıkartıp o olayların mesuliyetini bize yıkmak varsa, şimdiden vazgeçin derim. Siz bu psikolojik savaşların varlığından habersizken, Genel Başkanımız Prof. Dr. Ümit Özdağ “Psikolojik Savaş ve Algı Yönetimi” isimli kitap yazmış, üniversitelerde bunların dersini veriyordu. Sizlere tavsiyem bizimle uğraşmadan önce rakibinizi yani bizi iyi tanımanız. Mesela “İstihbarat Teorisi” başta olmak üzere Genel Başkanımızın yazdığı kitaplardan okumaya başlayabilirsiniz.
Bu arada bir Kuveytlinin Twitter’da, “Türk vatandaşlığı alıp Atatürk heykellerini yıkacağız” şeklinde söylemleri bulunmakta. Bunu söyleyenler, çok yakında hapishanelerimizin en karanlık ve ücra köşelerinde çürüyeceğini şimdiden bilsin.
Son olarak iki önemli duyumumu sizlerle paylaşmak isterim.
Bunun ilki; bazı mafya örgütlerinin Afgan tetikçi angaje ettiği. İkinci ve daha önemli duyum ise bir askeri şirketin bünyesine seçtiği Afganları alıp, eğittiği yönünde. Bu duyumlarımızı araştırmaktayız. Ama şayet doğruysa, en düşündürücü soru şu: BİR ASKERİ ŞİRKET AFGANLARA HANGİ AMAÇLA ASKERİ EĞİTİM VERİR?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.