Açıklamamızı okumadan önce herkesi, Bartın’da yitirdiğimiz canlar için 1 dakikalık saygı duruşuna davet ediyoruz.
Biliyorsunuz, daha iki hafta önce, müzisyen Onur Şener’in Ankara’da vahşice katledilmesini protesto etmek için bu alanda toplanmış, bu ülkede insan hayatının, özellikle de emeğini satarak geçinmek zorunda olan insanların hayatlarının ne kadar ucuz olduğunu bir kez daha hatırlayarak ve hatırlatarak isyan etmiştik. Olayın üstünün örtülmemesi ve katillerden en ağır biçimde hesap sorulması için olayın takipçisi olacağımıza söz vermiştik.
Arkadaşlar bir olayın “takipçisi” olmak ne demektir? Yurttaşlar olarak hak ve adalet duygularımızı yaralayan ve ister bireysel, ister toplumsal olarak sorun olduğunu düşündüğümüz konularda bilgilenmek, çevremizi bilgilendirmek, çözümler önermek ve gerektiği yerde sorumluların cezalandırılmasını talep etmek, bu konularda her türlü görüşümüzü özgürce ifade etmek, süreçlere müdahil olmak amacıyla unutmamak ve unutturmamak için uğraşmak demektir.
İşte iktidar tam da bu toplumsal hafızayı diri tutma, toplum olarak ülkede yaşananlar hakkında bilgi sahibi olma, bunları konuşma, tartışma, aramızda paylaşma ve bu yolla bir kamuoyu yaratarak gündeme müdahale etmek gibi en temel yurttaşlık hakkımıza müdahale etmek üzere hareket geçti ve çok ağır bir “Sansür Yasasını” meclisten geçirdi. Tam da aynı gün Bartın'ın Amasra ilçesinde Türkiye Taşkömürü Kurumuna ait maden ocağında yaşanan grizu patlamasında 41 yurttaşımız hayatını kaybetti, hala hastanede tedavi gören yaralılar var.
Amasra’da ne oldu, biraz hatırlayalım. Olayın hemen ardından Amasra’ya giden siyasetçilerin çoğunun ağzından, bir kez daha yoksulların, emekçilerin ölümünü güzellemeye, yaşananları olağanlaştırmaya çabalayan sözler döküldü: “bu bir kader, bundan kaçış yok” dediler, “onlar şehit oldular” dediler, “inşallah peygambere komşu olsunlar” dediler; yani, aslında eğer yasanın diliyle söyleyecek olursak, bir anlamda aslında “toplumun dini inanç ve duygularını istismar” suçu işlediler.
Halbuki akıl ve bilim bize yaşananların kaderle ve fıtratla ilgisi olmadığını söylüyor. İnternette girip bir arama yaptığımızda, Türkiye’nin maden kazaları sonucu yaşanan ölümlerde dünyada ilk sıralarda yer aldığını, Türkiye’de 1941 yılından bu yana 3 binden fazla insanın maden kazalarında hayatını kaybettiği, 110 binden fazla işçinin ise yaralandığını, dünyada bizden çok daha yoğun madencilik yapılan ülkelerde ise alınan önlemler sonucunda bu sayıların yıllar içinde neredeyse sıfıra doğru indiğini öğreniyoruz. “Öğreniyoruz” dedik ama yeni yasayla birlikte, “öğreniyorduk” demek zorunda kalabiliriz, zira yeni yasa ile iktidar ve aygıtları bu bilginin “kamu barışını bozmaya elverişli olduğunu” düşünüyorsa böyle bir bilgiye erişmemizi, bunu paylaşmamızı, bunun üzerine yorum yapmamızı yasaklayabilecek, bunları yapmamız durumunda hakkımızda adli işlem yapılabilecek. Belki yasa henüz yürürlüğe girmediğinden, iktidar bu katliamı çevreleyen gerçekleri istediği ölçüde karartamadı, ama yapılan bazı açıklamalar “Sansür Yasasının” tam da bu amaca hizmet edecek nitelikte olduğunu kanıtlıyordu. Nasıl mı?
Öğrendik ki, Sayıştay Amasra’daki işletmeyle ilgili 2019 yılında hazırladığı raporda, ocaktaki tüm eksik ve kusurlara tek tek dikkat çekerek önlemler alınmasını yoksa bir facia yaşanacağına dikkat çekmiş. Dün bir gazetecinin söylediği gibi, “facianın bir tek tarihini ve saatini vermemiş.” Yani orta yerde çırılçıplak duran gerçek, yaşananın kader değil emekçiler öldükçe hayat bulan, semiren bir düzenin açgözlülüğü. Kanıt mı? Ölen bir madencinin eşi, eşinin şu sözlerini hatırlatıyordu: “‘Gaz kokusu çok var’ diyordu, ‘ama yapacak bir şey yok’ diyordu. Şef, ‘Bize kömür lazım, sizin keyfiniz lazım değil’ diyordu.”
Raporun haber olmasıyla birlikte, Türkiye Taşkömürü Kurumu ise bir açıklama yaparak haberlerin "dezenformasyon" içerdiğini söyledi. Yani sorumlular ne hikmetse yasanın adına atıfta bulunarak, bundan sonra tüm sorumluların yapacağı üzere yasadan alacakları pası gole çevirmeye çalışıyordu. Minareyi çalanlar ve bundan sonra da çalmayı planlayanlar, kılıfını hazırlıyordu.
Bu yasayla amaçlanan çok açık: isteniyor ki işçi cinayetleri, kadın cinayetleri, tarikat yurtlarında tacize ve tecavüze uğrayan çocuklar, yolsuzluklar, rüşvetler, ülkenin geleceğini zehirleyen uyuşturucu ve kara para trafiği, seçimlerde geçmişte yapılan ve gelecekte yapılması muhtemel usulsüzlükler, gerçek enflasyon oranları, hayat pahalılığı, yanan ormanlar ve uçurulmayan uçaklar, her gün bir yandaşa peşkeş çekilen kıyılar, ormanlar; suyumuzu havamızı toprağımızı zehirleyen ve sermaye dışında herkesin zararına olan yatırımlar ve daha onlarca konu hakkında bilgilenmeyelim, bilgilendirmeyelim, konuşmayalım, müdahil olmayalım.
Ama şu gerçeği unutmamak ve unutturmamak gibi bir sorumluluğumuz var: bilgilenme, bildiklerimizi her türlü ifade hakkımız aslında hayatlarımıza sahip çıkma hakkımız. Gerçeğe sahip çıkma sorumluluğumuz öyle soyut, yalnızca habercilerin ya da siyasetçilerin uğraşması gereken bir görev değil, gayet somut gayet açık, kendimizin ve çocuklarımızın hayatlarımıza karşı olan sorumluluğumuz.
2014'te Ermenek’te bir maden ocağında meydana gelen ve 18 işçinin hayatını kaybettiği iş cinayetinde, yeraltından oğlunun çıkarılmasını bekleyen o annenin sözlerini sanırım hiçbirimiz unutmadık. Acılı anne, "Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” diye soruyordu.
Amasra’daki katliamdan da tarihe böyle cümleler kaldı. Bazıları unutulacak gibi değil:
İzinde olduğu için kurtulan bir işçi 9 arkadaş çektirdikleri fotoğrafı sosyal medya hesabında paylaşarak şöyle diyordu: “Söz bulunmaz yer altını anlatmaya, acımız çok büyük. Resimden bir ben kaldım.”
Bir başka madenci yakını: “12 saat geçti ama sanki 12 yıl şu kömürün üstünde geçti. Bastığın yere kıyamıyorsun. Bastığın yerin altında canın yatıyor ama hiçbir şey yapamıyorsun.”
Amasra madeninde çalışmış emekli bir madenci: “Keşke ben içeride olsaydım da o genç bebeler çocuklarına, evlerine gitselerdi.”
Bir madenci eşi: “Kapatacaklar üstünü. Ben öldüm. O yandı, ben öldüm.”
Bu taş gibi ağır cümleleri unutturmak, sorumlularından hesap sormamızı, bunları konuşmamızı, paylaşmamızı engellemek istiyorlar. Ama söz veriyoruz ki, ne yaparsanız yapın korkmayacağız, susmayacağız ve bu cümlelerin ardındaki gerçekleri söylemeye devam edeceğiz. Sosyal medyayı da zincirleseniz, yandaşlar dışında tüm medyayı da kapatsanız gerekirse dumanla, gerekirse kuşdiliyle, gerekirse şarkı ve türkülerle, gerekirse sessiz sinema oynar gibi haberleşerek, gerekirse hiçbir şey yapmadan sessizce bu meydanda dikilerek mücadeleye devam edeceğiz.
Buraya kadar geldiniz, destek verdiniz hepinize teşekkürler. Ayrıca bu açıklamaya destek veren şu siyasi parti ve kuruluşlara da teşekkür ediyoruz:
Artık Yeter Platformu, Cumhuriyet Halk Partisi, Eğitim-Sen, Ekolojik Mücadele Komitesi, Halkların Demokratik Partisi, Marmaris Kent Konseyi, Marmaris Müzik Emekçileri Derneği, Memleket Partisi, Türkiye İşçi Partisi, Türkiye Komünist Partisi, Veli-Der, Yeşil Sol Parti.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.