“Deprem sosyalizmi” kavramını ilk kez 21 yıl önce 17 Ağustos 1999’da Adapazarı depreminden sonra yayımlanan bir yazımda başlık olarak kullanmıştım. (Deprem Sosyalizmi, Aydınlık, 26 Eylül 1999.) Bütün Türkiye depremin açtığı büyük yaralara bir parça olsun merhem olabilmek için seferber olmuştu. Biz de Ankara’dan Öğretmen Dünyası Yazı Kurulu üyeleri, bir otomobile doluşmuş, devrem bölgesine giderek gözlemlerde bulunmuş ve bir gece çadırlarda gecelemiştik. Ölenler ölmüş, yaralı ve sağ kurtulanlara maddi ve manevi destek olmaya sıra gelmişti. Hele öğretmenler, gecelerini gündüzlerine katmışlar, çocuklar için uğraşıyorlardı.
Bana “deprem sosyalizmi” ilhamını veren uygulamalar, böyle felaket zamanlarında insanlığın eşitlik kavramını hatırlaması ve buna uygun uygulamalar içine girmek zorunda kalmasıydı. Deprem bölgesinde kumanyalar bir köy imecesinde veya yatılı bir okulda olduğu gibi dağıtılıyordu. Deprem sosyalizmi, çadır dağıtılacak aileler arasında kimine bir çadır, kimine iki çadır vermek gibi bir ayırım yapmıyordu.
Deprem bölgesinde çalışan insanların topluma verdikleri ve toplumdan aldıkları konusunda da en ileri toplum düzeninin ilkeleri uygulanıyordu. Herkes, gücünün yettiği kadar çalışıyor ama bunun karşılığında ihtiyacı kadarını alıyordu. Üç öğün yemek, enkazın kaldırılması için gerekli araç gereç ve diğer malzemeler. Kimse, “Benim hakkım daha fazla” diye toplumdan bir şey koparmaya çalışmıyordu.
Yalnız depremlerde değil, bütün toplumsal felaketlerde, felaket bölgelerindeki örgütlenme sosyalistçe olmak zorundadır. Kapitalizm tutkunlarının bunu anlaması mümkün değildir. İlginçtir ki, soygun ve sömürüye, keskin sınıf ayrımlarına dayanarak iktidar olmuş ve o düzeni sürdürmekte ısrarcı olan yönetimler de bu felaket anlarında sosyalist bir anlayışa yaklaşmak zorunda kalıyorlar. Devletin sosyalistler tarafından yönetilmesi durumunda bu işbölümünün nasıl parlak sonuçlar vereceğini ve insanları mutlu edeceğini düşünelim.
İnsanlığın üzerine düşmüş en büyük felaketlerden biri olan emek hırsızlığı, her alanda görülen zengin-yoksul ayırımı, kuşkusuz depremde evlerinde oturmakta olan insanların üstüne düşen taş ve moloz yığınları veya blok halindeki betonlardan daha hafif değildir. Onlar kadar öldürücü, süründürücü, kahredicidir. Toplumsal barışı berhava eden bundan daha büyük felaket var mıdır?
İşte bakınız deprem sosyalizmine: Yıkılan ve yıkılacak evlerde oturanların bir barınağa ihtiyacı vardır. Hepsine, zengin yoksul ayırımı yapmadan aynı miktarda ev yardımı yapılıyor. Geçici olarak kurulan çadırlar aynı. Hepsine aynı yemek veya kumanya dağıtılıyor. Feodallerin ve burjuvaların atasözü haline getirdikleri “Beş parmağın beşi bir mi?” bu olayda hiçbir şey ifade etmiyor.
Felaketler, farklı dilden, farklı dinden insanları nasıl da birbirine yaklaştırıyor? Enkaz altındaki artık Türk, Kürt, Zaza, Suriyeli olmaktan öte insandır. Dinleri ve mezheplerinin de önemi yoktur. Orada, empatinin yarattığı kardeşlik ve dayanışma ruhu egemendir. Yıkıntı altındaki Azize’ye, azizenin diğer yardım bekleyenlere anladığı dilden seslenmesinin hiçbir sakıncası yoktur.
İnsanlık, böyle felaketli zamanlarda daha çok devreye girer ve anlaşılır. Sosyalizm insan tabiatına uygundur. Onu yalnız böyle günlerde değil, zaten bir felaketten başka bir şey olmayan soyguncu kapitalizmden kurtulmak için de hatırlamak gereklidir. (28 Ocak 2020)