• BIST 9549.89
  • Altın 3005.805
  • Dolar 34.5348
  • Euro 36.0249
  • Muğla 17 °C
  • İzmir 20 °C
  • Aydın 19 °C
  • İstanbul 18 °C
  • Ankara 13 °C

GÖNÜL İSTERDİ Kİ

Zeki SARIHAN
O zamanki adıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının, 26 Ağustos’tan başlayıp 9 Eylül 1922’ye kadarki 14 gün içinde Afyon’dan İzmir’e kadar süren Yunan Ordusunu imha hareketinin yıldönümü, her yıl olduğu gibi bu yıl da devlet törenlerinin yanında sivil kuruluşların düzenlediği etkinliklerle kutlandı. Bayraklar sallandı, nutuklar, marşlar söylendi, yürüyüşler yapıldı. 
İktidar çevreleri yakın zamana kadar, 23 Nisan, 29 Ekim ve 19 Mayıs bayramları gibi, 30 Ağustos bayramına da ilgisizdi. Millet bu günleri unutsa çok da hoşlanacaktı. Bunun nedeni, adı bu ulusal günlerle anıla gelen Mustafa Kemal Paşa’nın savaştan sonra kurulan rejimin başına geçince, padişah ve halifeliği kaldırması, medeni yasayı getirmesi, Arap Alfabesinin yerine Latin alfabesini getirmesi, tekke ve zaviyeleri kaldırması, ezanı Türkçeleştirmesi, özetle yüzü Batıya dönük laik bir cumhuriyetin başında olmasıdır.  Sağcı-İslamcı yazarlar, on yıllardır zaten ah vah ile Cumhuriyet öncesi yıllarının özlemini dile getirmekteydiler. Öyle ki, bu özlemleri, onların bir kısmını Padişah Vahdettin’i “Büyük vatansever” olarak nitelemeye kadar götürmüştür. 
Türkiye’deki mevcut siyasetin kökleri şu üç damardan sürgün vermiştir. İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilaf ve sosyalizm akımı. Bu üç akımdan ilk ikisi, (1908’den başlatırsak) 110 yıldır birbirleriyle yer değiştirerek ülkeyi yönetiyorlar. Yalnız sosyalistler, imkân buldukça siyaset alanında görünmekle birlikte, Üzerlerindeki ağır burjuva ve tefeci-ağa baskısının şiddetinden ötürü hiçbir zaman iktidar olamadılar.
Demokratik bir Türkiye mücadelesi verenler, bütün bu geçmiş zamanın ve uygulamaların bir eleştirisini yaparak şimdi neyi, nasıl yapacaklarına karar verme göreviyle karşı karşıyadırlar. Hiçbir kişi, kurum, dönem ve hükümet eleştiri dışı tutulamaz. Buna sosyalistler de dâhildir. 
HANGİ YÜZLE
İşin esasına bakılırsa, Türkiye’yi yönetmiş ve yönetmekte olanların 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutlamaya yüzleri olmamalıdır. 20. Yüzyıl’ın ilk bağımsızlık savaşlarından biri olan Kurtuluş Savaşı’nın anısı, bu sahte vatanperverleri de, sahte dindarları da utandırması gerekirdi. Türkiye’nin savunmasını bir emperyalist ülkenin ordularına ve silahlarına emanet etmek, mazlum ülkelere sırt çevirmek, komşu ülkelerden toprak talep etmek az utanılacak davranışlar mıdır? Buna rağmen, her millî bayramda parlak nutuklar atmaktan geri kalmamışlar, böylece milleti kendi sınıfsal çıkarları yönünde şartlandırmak istemişlerdir. Vatan, bayrak, Atatürk, din ve iman, bir zenginler saltanatının ve emperyalistlere bağımlılığın devamı ve pekişmesi için kullanılmıştır.  Ad vermek gerekirse, Celal Bayar, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Kenan Evren, Turgut Özal ve şimdi başta bulunanların temsilcini saymak yeter. 
Bizim dört milli bayramımızdan üçü 19 Mayıs, 23 Nisan ve 30 Ağustos, doğrudan doğruya vatan savunmasıyla ilgilidir.
İnsan vatanını niçin savunur? Vatanı savunmakla, düşman tarafında yer almak aynı güdüye dayanır. İşbirlikçiler, düşmandan yana olurken onların sayesinde çiftlik ve servetlerini güvenceye almak isterler ve işgalcilerle birlikte hareket etmenin kendilerini rahata kavuşturacağını düşünürler. İstanbul’daki işbirlikçilerin ve işgal altındaki bölgelerde eşraftan bazı kişilerin düşmanla işbirliği yapmasının nedeni budur. Savaştan kaçanların temel güdüsü de hayatta kalmaktır. 
Savaşa katılan, vatanın bağımsızlığı için mücadele eden ve bu uğurda ölümü göze alanların amacı da bağımsız vatanın kendilerine sunacağı nimetlerden ve refahtan paylarını almaktır. Bir sanayici, bir tüccar, bağımsız bir ülkede yabancı malların piyasayı istilasından korunarak servetini çoğaltmak ister. Bir komutan, ancak bağımsızlık savaşında görev alarak şan, şeref ve itibar kazanır. Bir öğretmen, öğrencilerine kendi dilini ve kültürünü özgürce öğretmek, bir din adamı, cemaatine yabancıların baskısı özgürce hizmet etmek ister. Bir köylü tarla, bahçe ve hanesini güvende tutmak, malını, davarını çoğaltmak, vergiler altında ezilmemek, işçi ise bağımsız bir ekonomi altında daha dolgun ücret almayı, daha özgür örgütlenmeyi hayal eder. 
“SİZE ARTIK İHTİYAÇ YOK!”
Yalnız askeri zaferlerin üzerine kurulan rejimlerde bunun meyvelerini yalnız bir sınıf yerse, işçi daha iyi çalışma koşullarına, topraksız köylü toprağa, öğretmen örgütlenme hakkına kavuşamazsa, aydınlar zindanlara tıkılırsa, milli bayramlar bir sınıfın tekelinde demektir. 
 Ankara’da yayımlanan Yeni Hayat dergisi 19 Eylül 1922 tarihli 21. sayısında “Taç ve Para sultanlığına ölüm” diye yazarken şu haberi de veriyordu: Rauf Bey (Halk İştirakiyun Partisi Genel Sekreteri ve Tokat Mebusu) Nazım arkadaşımızı çağırmış. Partiye artık ihtiyaç olmadığını söylemiş, tehdit etmiş. Bu belki son sayımızdır. Kaynağını işçi ve köylü kitlesinin gözyaşlarından alan iştirakçilik, yeryüzünde ebedi ve müstakardır (yerleşiktir).”
Bu görüşme muhtemelen ordular İzmir’e doğru yürürken yapılmıştır. Zaferi garantileyen yeni Türkiye’nin sahipleri, artık 1920’nin o tehlikeli günlerinde farklı etnik gruplarla, emekçi kesimlerle varılan mutabakata son vermektedirler. 
Gönül isterdi ki diğer milli bayramlar gibi Zafer Bayramının da Türkiye’nin doğusunda köylerde ve işçi çevrelerinde coşkuyla kutlansın. Şölenler düzenlensin. Bunu göremiyorsak bu işte bir eksiklik var demektir. O eksiklik,  askeri zaferlerin işçi, köylü ve kent yoksullarına bekledikleri özgürlük ve refahın kaynağı olmaktan alıkonulmasıdır. Bu eksikliği demokratik bir halk iktidarı giderecek ve zaferler gerçek anlamına kavuşacaktır.
Bu gerçeği hatırlayanları, hatırlasa da dile getirenlerin sayısı o kadar az ki!  
 
 
 
 
 
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2003 | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : 0252 412 2141