Diyanet işleri başkanının Kadir Mısıroğlu’nu ziyaret etmesi haklı tepkilere neden olu. Bu ziyaretin resmî kıyafetle, yani başkanı bulunduğu kurumu temsilen yapılması tepkilerin derecesini artırdı.
Bu vesileyle Kadir Mısıroğlu’nun Kurtuluş Savaşı hakkında “Keşke Yunanlılar galip gelseydi” demiş olduğu da yazılıp çizildi.
Kurtuluş Savaşı yıllarında yurdu savunan Kuvayı Milliye’yi savunmak yerine işgalci güçlerin yanına geçen insanlar yok değildi. Bunlar, Büyük devletlere karşı gelinemeyeceğini düşünen, milletlerin bağımsızlık bayrağını her yanda yükselttiği yeni bir çağın başlarında bulunulduğunun farkında olmayan sığ düşünceli insanlardı. Onlara devlet ve millet batıyordu. Şimdi arabanın yüksek yanına binmenin zamanıydı. Bu nedenle, işgalci İngiliz, Fransız ve Yunanlılar için karşılama törenleri düzenlediler veya bu törenlere katıldılar. İşgalciler için casusluk yaptılar. Trakya’da Yunan işgaline karşı Birinci Ordu kuvvetleriyle savaşan Cafer Tayyar Paşa’yı ihbar edip tutuklatan bir köylüydü!
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Kadir Mısıroğlu’nu ziyareti. Her bağımsızlık savaşında veya sosyal devrimde bu tiplere rastlanır. Bu olaylardan kaçınmanın imkânı yoktur.
İHANETİN NEDENLERİ
Bizim Kurtuluş Savaşımızda “Hain” sıfatını hak eden ikinci bir grup vardır ki bunlar, Kuvayı Milliye’nin yeni bir savaşa sebep olmasıyla milletin felakete sürüklendiğini, meşru olanın Padişah yönetimi olduğunu düşünenlerdir ki çeşitli yerlerde Kuvayı Milliye’ye karşı silahlı ayaklanmalara kalkıştılar. Bunların tezi, Kuvayı Milliye’nin ordu toplayıp savaşma kararı, yabancıların işgallerini davet edeceği, böylece şerefli bir barışın büsbütün çıkmaza gireceği idi. Kuvayı Milliye, bunları ikna etmek için “irşat heyetleri” gönderdi. İkna edemediklerini silah gücüyle bastırdı ve hatta onlardan bir kısmını askere aldı. Adapazarı, Bolu, Düzce, Yozgat isyancıları bu ikincilerdendir.
Üçüncü bir grup daha vardır ki, Kuvayı Seyyare Kumandanı Ethem Bey ve kardeşleri gibi Milli Mücadelenin başlarında hem düşmana, hem işbirlikçilere karşı en sert mücadeleyi vermişlerken, Ordu emrine girip düzenli ordunun bir parçası olmayı kabul etmek yerine Yunanlılar tarafına geçmeyi tercih ettiler. Etem’in çetecileri dağılınca Yunan tarafına geçmeyip savaşın sonuna kadar Manisa dağlarında Yunan işgalcileriyle çarpışan Parti Pehlivan gibi yurtseverler de vardır.
Mustafa Armağan ve Kadir Mısıroğlu gibi yazarların tutumu yukarıda anlatılanlardan daha farklıdır. Onlar, Kurtuluş Savaşı’na düşman olanlardan değildir. Nitekim Mısıroğlu’nun “Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler” ve “Türk’ün Siyah Kitabı-Yunan Mezalimi” adlı kitapları vardır. Bu tipler, savaştan sonra Mustafa Kemal Paşa’nın yeni Türkiye için yaptıkları reformlara düşmandırlar. Halifeliğin kaldırılması, medreselerin, tarikatların kapatılması, öğretimin birleştirilmesi, Latin harflerinin kabulü gibi değişiklikler onlara göre “Gâvur” Avrupa kanun ve adetlerinin millete dayatılmasıdır. Türkiye’nin Batı uygarlığına yöneldiği Tanzimat’tan beri bu akım varlığını sürdürüyordu. 31 Mart 1909 Olayı bunların eseridir. Cumhuriyet’ten sonra bu “feodal” çevrelerin ideologları yer altına çekilmiş ve fırsat buldukları her dönemde de başlarını çıkarmışlardır.
Kurtuluş Savaşı’na değil fakat bu savaşta Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğine karşı olan bir grup da vardır. Bunlar Atatürk’e karşı Kâzım Karabekir’i, Rauf Orbay’ı, Ethem Bey’i çıkarıp durmaktadırlar. Cemal Kutay, bunların temsilcisiydi.
SOSYALİSTLERİN TUTUMU
Türkiye gibi burjuva, küçük burjuva, feodal, işçi, köylü, tüccar gibi sınıfların bulunduğu bir ülkede değişik ideolojik akımların bulunması, bunların tarihe de kendi ihtiyaçları ve görüşleri açısından bakmaları kaçınılmazdır. Bu görüşler içinden yanlış ve geri olanlar, ideolojik mücadele ile geriletilecektir.
Anadolu’da sosyalistler, Kurtuluş Savaşı’na canla başla katıldıkları halde, önderlik rekabeti nedeniyle 1920 sonlarından başlayarak hükümet tarafından bastırılmışlardır. Bunların içinde Mustafa Suphi ve arkadaşları gibi Karadeniz’de hunharca öldürülenler, uzun yıllar hapiste yatırılanlar, işkence görenler vardır. Fakat onlar hiçbir zaman Kurtuluş Savaşı’nın kutsallığı üzerine gölge düşürmeye kalkışmadılar. Bunun nedeni, emekçi sınıfların vatan savunmasında en özverili sınıf olduğunu bilmeleri ve onun sözcüsü olmaya çalışmalarıdır. Ne daha 1920 sonlarında İçişleri bakanlığından hapishaneye konulan, başında bulunduğu Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası kapatılan Tokat Mebusu Nazım Bey ve arkadaşları, ne birçok kez hapse düşen Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Hikmet Kıvılcımlı Kurtuluş Savaşı’na cephe almışlardır. Aksine Kurtuluş Savaşı’nın bir sosyal devrimle taçlanması için uğraşmışlardır. Kurtuluş Savaşı’nın en güzel destanını bir sosyalist (Nazım Hikmet), en anlamlı romanlarından birini de gene bir sosyalist (Hasan İzzettin Dinamo) yazdı.
TARİH YAZMAK İÇİN
Bir grup vardı ki, 1990’larda Küreselleşme ideolojisinin verdiği şerbetle resmî tarihle mücadele adı altında yeni “keşiflerde” bulundular. İnönü savaşlarında yalnız üç kişinin öldüğünü, bunlardan birinin de sütçü beygirinden düşme sonucu olduğunu bilgisizce ileri sürdüler. Onlara gereken yanıt tarafımdan verildi. (“İkinci İnönü Diye Bir Savaş Yokmuş, Ulusal Bağımsızlık Yerine Sütçü Beygiri Teorisi”, MK Dergisi, 15 Mayıs 1996) Başka bir grup, hazırladıkları duvar takvimine yüze yakın olayı aldıkları halde Atatürk’ün Samsun’a çıkışından ölümüne kadarki hiçbir olayı anmadı. Ne TBMM’nin açılışı, ne Sakarya Savaşı, ne Büyük Zafer, ne Cumhuriyet’in ilanı, ne Tevhidi Tedrisat… (“Takvim Yaprakları Arasında, Öğretmen Dünyası, Sayı 257, 1 Mayıs 2001.) Avrupa Birliğinden alınan fonlarla ders kitaplarını didik didik ederek yurtseverlik adına ne varsa ırkçı ilan ettiler. Onlara da gerekli yanıtlar verildi. (Emperyalizm Ulusal Eğitime Meydan Okuyor, Bağımsızlıkçı Aydınlanmacı, Halkçı Eğitim Derneği, 2005)
Mısıroğlu grubunun bağlı olduğu feodal ideolojinin çağdaşlaşma, demokrasi, insan hakları, kadın özgürlüğü gibi kavramlarla zerrece ilgileri yoktur. Kafayı Mustafa Kemal Paşa’ya takmışlardır. Bu öyle bir takıntıdır ki, İkinci Mahmut’un getirdiği fese bile kutsallık atfediyorlar. Birkaç yüz yıllık geçmişten hortlamış yobaz bir medrese talebesinden farkları yoktur.
O kadar saplantı içine gömülmüşlerdir ki, Kurtuluş Savaşını Sarıklı mücahitlerin verdiğini ileri süren kitap bile yazmışken şimdi Yunanlıların Mustafa Kemal Paşa’ya karşı üstün gelmesini bile tercih eder bir zillete düşmüşlerdir.
Tarih yazmak, meczupların ve sapkınların işi değildir. Tarih yazmak için, bütün olguları gerçekçi bir gözle elekten geçiren yönteme, ileri bir dünya görüşüne sahip olmak ve bütün insanlığın ortak değerlerini benimsemek gerekir. İnsanlık tarihinin bir parçası olan Millî Tarih yazımı için de bu şarttır. Hatırlatmakta yarar vardır: Yunan sosyalistleri. “Anadolu’da ne işimiz var?” diye sorarak Yunan Ordusunun yenilgisi için çalışmışlardır. Türk ordusu başka bir ülkeyi işgale kalktığında Türkiye sosyalistleri de aynı tutumu göstermez mi?
Türk-Yunan Savaşı’nı ister bir Yunanlı, ister bir Türk tarihçisi yazsın, aynı biçimde yazardı. Yeter ki bütün milletleri eşit gören bir anlayışa sahip ve vicdanlı olsun.
Kadir Mısıroğlu’nun sözleri, bizi bu gerçeği hatırlamaya götürüyor