ASKERİN ÖLÜMÜ
23 Ocak 2017 Pazartesi 11:52
Hayatı Hakikiye Sahneleri-46
1965 yılı yaz başlarında beş ay askerlik yapmak için Sivas Temeltape’de birliğe teslim olduğumda beni 59. Tümen, 5. Piyade Er Eğitim Tugayı, 2. Tabur, 1. Grup, 3. Takım, 1. Mangasına verdiler. Boyum biraz uzun olduğundan da manganın birinci eri yaptılar. Bunun şu faydası vardı ki, on kişilik manganın erleri benim arkamda sıralandığından onlar gibi, “Hizayı bozma, ileri git, geri git!” gibi emirlere muhatap olmuyordum.
Temeltepe pek çok sıcaktı. Elli dakikalık eğitimde dudaklarımız, ağzımız susuzluktan çatlıyordu. Koşa koşa çeşmelere gidiyoruz, mahşeri asker kalabalığı içinde kavuştuğumuz suyu ne kadar içersek içelim kanmıyoruz. Ağzımızı sudan çeker çekmez yeniden bir susuzluk duyuyoruz!
Yemek işi bir âlem. Kepleri çıkarıyor, sıraya giriyoruz. Elimize tayınları tutuşturuyorlar. Varıp Amerikan barakası yemekhanede sıramıza oturuyoruz. Sonra yarım saat, bir saat yemeğin gelmesini bekliyoruz. Dağıtanlar gelip tabaklarımıza yemekleri koyuyorlar. En çok iki yemek yeniyor. Birincisini yersin, ikincisini de 15-20 dakika beklemek zorundasın. Bu arada tabii. Verdikleri tayın, can sıkıntısından yenilip bitiriliyor.
İlk yemeğimde, kaşığım yoktu. Yanımdaki arkadaş, kendi yemeğini yedikten sonra kaşığını bana verdi. Ben birinci yemeği yedikten sonra kaşığını geri aldı Çoğu zaman masalarda yeterince kaşık, tabak bulunmazdı. Bir gün bir onbaşı ya da usta er tabak dağıtıyor. Bizim masada sekiz tabak eksik. O, iki tabak bıraktı.
“Böyle olur mu?” dedim.
Gözlerini belerterek:
“Olmazsa ben oldurmasını bilirim!” dedi, gitti…
Potin ayağımı vurdu! İlk üç gün içinde sol ayağımın arkası yüzüldü. Viziteye çıktım. Çıkmaz olaydım! O revirde hasta erlere yapılan davranış, bütünüyle insanlık dışıydı. Sabah yemeğini yemeden viziteye çıktım. Suratları bir karış vizite onbaşılarına kartlarımızı verdikten sonra beklemeye başladık. Saat beşten tam on üçe dek revirde bekledim. Pek çok insan vardı. Memleketlerinden sakat gelenler, ayağını potin vuranlar… Oturacak yer bulamayanlar yere diz çöküyorlar, vizite onbaşıları onları itip kakışlıyor. Sigara içemezsin, hiçbir sakıncası yokken dışarı da çıkamazsın. Aç, susuz bekledik. Hiç yoktan insanı incittiklerini gördüm. Doktorun odasına sokarken de çıkarken de hakaret ediyorlardı.
Kimse itiraz edemiyor. En aşağılığı vizite onbaşılarının suratı. Bir tutam mumla bulunmuyor. Güneydoğulu bir er vardı. Türkçe bilmiyordu. Tek gözü kördü. Adını söylüyorlar yüzüne bir yumruk indiriyorlar. Zavallı “Niçin vuruyorsunuz?” bile diyemiyor! Bu hakaretin ne olduğunu gözlerimin önünden gitmeyen şu gözlemle açıklamalıyım. Doktorun odasına beşerli gruplar halinde alıyorlardı. Kapıdan çıkarken görevli onbaşı erlerin sırtına bir tekme vuruyordu. Bu hakarete çok üzüldüm. Erler, bu hakarete isyan edemiyorlar ve herhalde gördükleri bu insanlık dışı davranışları içlerine atıyorlar… Bir erin kişiliği sıfıra indiriliyor. Her türlü kötü davranışa müstahak görülüyor. Dövülüyor, sövülüyor.
Tuvaletlerin birinin duvarında bir yazı:
“Dünya bir gemidir yoktur yelkeni
Bir daha Sivas’a gelirsem … beni!”
Doktor Bey geldi bana üç gün istirahat verdi. Biz öğretmenleri Temeltepe’den Kabakyazı’ya indirip birlikleri yeniden kurdukları için bu üç gün istirahatı da kullanamadım. Hayatımda yalnız bir kez orada intiharı düşündüm!
Eğitim alanına yeni bir levha asmışlar: “Kışla dışında askerlikten bahsetme.” Böylece içeride insanlık dışı davranışta bulunanların yaptıklarını halk duymayacak. Ne mümkün? Bunu şimdilik mektupları sansürden geçirerek sağlamaya çalışıyorlar.
Askerlik karşılıklı sevgi ve saygı ilkesine dayanmıyor. Hele ciğeri beş para etmez onbaşılar! Sırf memleketinde daha çok övünebilmek için insanlıktan uzaklaşıyor. Kantincisinden de var öyle, çaycısından, berberinden de. Bu kadar kötü örgütlenmiş askerinin kötü muamele gördüğü bir ordunun hiçbir savaşı kazanamayacağı kanısına varmıştım.
20 Haziran 1965, Pazar. Güzel bir Kabakyazı sabahı. Serbestim. Havada o kadar tatlı bir güneş var ki, insan bu saatlerin geçmesini istemiyor.
Her taraf yaz ve her taraf insan. Bugün de her günkü gibi saat beşte kalktım. O saatten beri, çayırında çimeninde, eğitim yerinde dertleri aynı olan üç beş bin insan geziyor, dolaşıyor, saz çalıyor, oynuyor, konuşuyor, yatıyor. Özellikle mektup yazıyor. Bu kadar insanı bir arada mektup yazarken görmüyor muyum, içim gidiyor. “Bir adet mektubunu aldım” diye yazıyor kimileri. Başkasına yazdıran var. Hepsinde ortak bir duygu var: Köyüne özlem. O sefalet denizinde şimdi kim bilir ne tatlı anılarını buluyorlardır. Bağımsız bir yaşayış, tanıdıklar… Şimdi ayrımsız herkes, günleri bir bir sayarak o zamanın gelmesini bekliyor.
Bir arkadaşımız öldü!.. Bu ölen başka herhangi birimiz de olabilirdik. Çünkü Kars’ın bir köyünden olan bu arkadaşımızın ölümü tamamen doktorun boş vermesi sonucu oldu.
Viziteye çıkmanın ne demek olduğunu, bunun hastalıktan daha beter olduğunu Temeltepe’de gözlerimle gördüğüm için bilirim. Bu bakımdan söylenenlere hak verdim: Apandisitten kıvranan öğretmen, iki kez doktora çıkar, bay doktorun umurunda mı? “Sende bir şey yok” diye kovar öğretmeni. Ama çocuk acı içinde kıvranmaktadır. Komutanın buyruğu ile zorla bakar doktor ama artık iş işten geçmiştir. Gece yarılarına doğru acılarından kurtulur…
Sabahleyin duyduk. Arkadaşlar hemen harekete geçtiler. En az bir lira olmak üzere bütün öğretmenlerden para toplandı. Bu, tahmini iki bin liranın üzerine çıkmıştır. Ayrıca bu aybaşı alacağımız onar liralık maaşlarımızın da toptan bırakılması teklif edildi. Gerçekleşirse 15 bin lira gibi ailesine refah sağlayacak bir para sağlanmış olur.
Ölüyü yolcu etmek için öğleden sonra eğitim yapmadık. Hastane yolu üzerinde üç dört saat bekledik. Gür, yeşil otlar içinde yatarak. Sonra omuzlar üzerinde bayrağa sarılı tabut geldi. Nizamiye kapısından geçerek hayli aşağıya dek yürüdük, ölüye saygı duruşunda bulunduk. (19 Ocak 2017)