ERDOĞAN’IN KURUCU OLDUĞU YENİ DEVLET
09 Ağustos 2017 Çarşamba 11:25
AKP’nin yetkili isimlerinden biri, katıldığı bir televizyon programında söz düşürerek “Yeni bir devlet kuruyoruz. Kurucusu da Recep Tayyip Erdoğan’dır” demiş. “İster beğenin, ister beğenmeyin” diye de eklemiş. “İster beğenin ister beğenmeyin” sözünü, “Siz karşı çıksanız da zorla kuracağız” diye anlamak gerekir.
“Yeni bir devlet kurulacağı”, geniş bir tepki aldı. Ucu açık bu ifadeden birçok yurttaş ürküntüye kapılmış olmalı. Öyle ya, kurulmakta olan veya kurulacak bu yeni devlet nasıl bir şey olacak? “Yeni” olacağına göre bayrağı, başkenti, resmî dili, toprakları, yönetim biçimi ne olacak?
Bu ürküntüyü sakinleştirmek için hükümet yetkililerinden bazı açıklamalar geldi. Sonunda bu yeni devletin “kurucusu” olduğu söylenen Erdoğan da konuştu. Yoktu öyle bir şey! Bu konuda açıklama yetkisine sahip yalnız kendisiydi. Tek vatan, tek bayrak…” diye başlayan Rabiasını sıraladı.
Uzunca bir süredir tehlikeyi görenler ve uyarı görevlerini yapanlar için bu hiç de inandırıcı bir açıklama değil. “Yeni bir devlet kuruyoruz” diyen sözcünün kastı da vatanı, bayrağı vb.ni değiştirmek olamazdı. Çoktandır zaten adım adım değişmekte olan, bu devletin içeriğidir. Başkanlık sistemi boşuna getirilmiş değildir. Türkiye bu sistemle kuvvetler ayrılığına dayanan parlamenter bir sistemden çıkmış, hem parti başkanı hem de devletin başı olan, fiilen de her işte tek karar verici padişahlık benzeri bir sistemle yönetilmeye başlanmıştır. “Cumhuriyet” adını değiştirip yerine “Sultanlık” demenin bir anlamı var mıdır? Bu gibi işlere daha sonra sıra gelecektir.
Türiye’nin hukuk sistemi değişmemiş midir? Değişmemiş ise, bir devlet başkanı, kendisinin ve partisinin atadığı hukuk adamlarına nasıl olur da kimlerin suçlu olduğuna, bunların nasıl cezalandırılacağına, hatta hangi tutuklulara nasıl bir elbise giydirileceğine varıncaya kadar talimat verebilmektedir?
Türkiye’nin eğitim sisteminin laiklikle bir ilgisi kalmış mıdır? Anaokullarından başlayarak çocukların ve gençlerin bilimden uzak tutulduğu, bütün eğitim kurumlarının İmam Hatipleştirildiği, şeriatçı bir düzene geçmek için acele edildiğinden iktidarın emir ve kumandasındaki dinci vakıfların yardıma çağrıldığı bir eğitim sistemi, yeni kurulmakta olan devletin kanıtı değil midir?
“Eski” dedikleri devletin “Yurtta sulh, dünyada sulh” ilkesi bir yana bırakılalı çok oldu. Yeni devlet hâkimiyet alanı olarak Türkiye topraklarıyla yetinmeyeceğini ilan etti. Stratejik Derinlik politikası gereği Saraybosna’dan Endonezya’ya kadar varına yoğuna selam gönderilen Müslüman ülkeler, şimdi Suriye ve Irak topraklarından başlayarak göz dikilen ülkeler oldu.
“Eski” devlet, çağdaşlaşmayı hedeflemişti ve bu nedenle Batı’daki demokratik kurumları ülkeye getirme çabasındaydı. İkinci Mahmut’tan, özellikle Tanzimat’tan beri böyleydi. Yeni devleti kurmaya niyetlenenlerin özellikle 2012’den beri böyle bir çabasına tanık olan oldu mu? Onlar aksine kumanda ettikleri bütün kurumlara “Geriye dön! Marş marş!” komutunu verdiler. Bazı safdiller, bunu emperyalizmle mücadele zannetseler ve bu yorum iktidarın işine gelse de hedef Ortadoğu ve Körfez’dekilere benzer gerici bir kabile yönetimi kurmaktır.
İktidar mensuplarının bu geriye gidişte dayandıkları kuvvet, Türkiye’nin kırsalıdır. Bu “kır” artık yalnız köylerde ve taşra kentlerinde değil, büyük kentlerin varoşlarına yığılmış ancak kırsal kültürü terk edememiş, az eğitimli ve maalesef az kazançlı yığınlar ve onların dilinden anlayan açıkgözlerdir.
Bir torba kömür ve birkaç kilo makarna ile durumu anlatmak pek basit olur. İktidar son 15 yıldır kendisi için pek verimli bir strateji ile bu kitlenin iplerini eline geçirmiştir. Seçmenlerin yaklaşık yarısının hâlâ desteğini elinde tutuyor. İşte bu kitle, kendisini iktidarda sanıyor ve rejim değişikliği konusundaki gelişmelere şimdilik duyarsız kalıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin AP’nin eline geçinceye kadarki yaklaşık 90 yıllık hikâyesi de derslerle dolu olmalıdır. Çağdaşlaşma ve laiklik iyidir, ancak bunların karın doyurucu da olması gerekirdi. Gelecek yazımda “Deveyi Yardan Uçuran…” yazımda bu konuyu irdelemeye çalışacağım.
Bir açıklama: “Osman Bolulu İçin” başlıklı yazımda şöyle bir cümle vardı: “Bolulu’nun Türkiye’nin geldiği bu beklenmedik durum karşısında kahır içinde öldüğü bir gerçektir. Sami Nabi Özerdim’in, Kenan Evren rejiminin yürürlükte olduğu bir dönemde “Artık yaşamanın bir anlamı yok!” dediğini hatırlıyorum. Nitekim Yalnızlık ve kahır içinde öldü. Bugünkü rejimin de birçok aydının ömrünü kısalttığını sanırım.”
Evlatları bu cümleden Bolulu’nun rahatsızlığı dönemde kendileri tarafından yalnız bırakıldığı anlamını çıkarmışlar. Oysa paragraftan da anlaşılacağı gibi yalnızlık Sami Nabi Özerdim için kullanılmıştır. Bunda bile onun yalnızlığı ailesine değil, Kenan Evren rejimine bağlanmıştır. Kahır içinde ölmek ise bağımsızlığı, çağdaşlaşmayı ve toplumsal adaleti yaşamasının anlamı haline getiren her aydının, günümüzde gelinen yer açısından taşıdığı bir duygudur. Cümlede de anlatıldığı gibi “kahretmek” onların yüce umutlarıyla ilgilidir. Hangimiz kahretmiyoruz ki? Osman Bolulu da umutlarıyla yaşamış bir devrimciydi. Yazıdaki hiçbir ifade ailesiyle ilgili değildir.