Kaygılarımızdan arınmak istiyoruz
TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Muğla Temsilciliği, 17 Ağustos 1999 Marmara Depreminin 16’ncı yıldönümü dolayısıyla yaptıkları açıklamada,
18 Ağustos 2015 Salı 10:23
Kaygılarımızdan arınmak istiyoruz
TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Muğla Temsilciliği, 17 Ağustos 1999 Marmara Depreminin 16’ncı yıldönümü dolayısıyla yaptıkları açıklamada, Türkiye’deki kentlerin büyük ölçüde yerleşime uygun olmayan alanlarda, denetimsiz ve yasalara aykırı yapılaşmalarla biçimlenmiş olmasından ötürü kaygılı olduklarını kaydetti. Oda temsilcileri, yetkili ilgililerin deprem konusunda daha hassas davranarak gerekli önlemleri almaları halinde kaygılarından arınacaklarını dile getirdi.
Odası Muğla Temsilcisi Ramazan Kartal ve Yardımcısı Coşkun Çatalkaya’nın imzasını taşıyan açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“17 Ağustos 1999 tarihinde Kocaeli ve 12 Kasım tarihinde Düzce’de binlerce yurttaşımızın yaşamını yitirmesine, on binlerce yurttaşımızın da yaralanmasına yol açan depremler, yaşadığımız en acı felaketlerden biri olarak, tarihteki yerini almıştır. Geride yalnızca yıkım ve acı bırakan önemli olaylar, genellikle anımsanmak istenmez. Ancak, 17 Ağustos, afetlere karşı güvenli bir yaşam için sönen umutları yeniden canlandırmak, yurttaşlarımıza güven duygusunu yeniden kazandırmak ve depremle yaşamayı öğrenebilmemiz için, bize sorumluluklarımızı sürekli anımsatan bir tarih olmuştur.
Artık hepimiz biliyoruz ki ülkemizin, tektonik, jeomorfolojik yapısı ve sahip olduğu iklim özellikleri nedeni ile büyük can ve mal kayıplarına yol açan doğal afetlerle sık sık karşılaşmaktadır ve karşılaşmaya bundan sonra da devam edecektir. Farklı büyüklüklerde yılda ortalama 25 bin depremin meydana geldiği ülkemizde, geçen 16 yıl içerisinde 2002 Afyon depremi, 2003 Bingöl depremi, 2010 Elazığ depremleri, 2011 Simav ve Van depremleri, 2014 Çanakkale depremleri, ülkemiz deprem aktivitesinin önemini bizlere sürekli hatırlatmaktadır.
Çağdaş ülkelerde böyle bir gerçekle karşı karşıya kalan toplumun her kesiminin afet zararlarının azaltılması konusunda kendine düşen görevleri yapması gerekirken, ülkemizin gerçeği olan deprem konusunda; bireyden kamu kurumuna, özel sektörden sivil toplum örgütlerine kadar çok paydaşlı bir yapıda oluşturulması gereken çalışmalar bu güne kadar maalesef ortaklaştırılamamıştır. TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası olarak deprem zararlarının azaltılması konusundaki düşüncelerimiz kamuoyu ile her zaman paylaşılmış, deprem zararlarının azaltılması konusunda ortak çalışma kültürünün oluşturulması konusunda ki çabalarımız da aralıksız sürdürülmüştür. Bu kapsamda; Jeoloji Mühendisleri Odası olarak gerek bilimsel kurullarımızda, gerekse oluşturduğumuz “Doğa Kaynaklı Afetler ve Afet Yönetimi” çalışma grubumuzda yaptığımız etkinliklerle ve yayınlarımızla sürekli ilgilileri uyarıyor ve bilgilendirmeye gayret ediyoruz.
Bölgemizde en yıkıcı depremlerin Rodos açıklarında olduğu görülmektedir.. Rodos güneyinde 4000 metrelik bir çukur bulunmakta ve bu çukurda iki kıta yanyana gelmektedir. Datça, Gökova Körfezi ve Muğla-Bodrum arasında aktif olduğu düşünülen çok sayıda fay bulunmaktadır. Bu fayların uzunlukları sınırlı olmakla birlikte 7’den büyük deprem oluşturabilmesi teorik olarak düşünülmez. Mugla, Bodrum, Datça, Marmaris, genel olarak kayalık zeminlerde yer almaktadır. Dere yatakları, alüvyonlar, plaj ve bataklık ortamları depremlerden en fazla etkilenecek bölgelerdir. Yapı stoku açısından bakıldığında genellikle az katlı betonarme yazlık binaların bulunması olumlu bir durumdur. Fakat, özellikle yasal olarak ta yasak olmasına rağmen işgal edilen kumsallar üzerine yapılan çok katlı yapılar gelecek depremler için ciddi sınavlar vereceklerdir.
Ülkemizin deprem gerçeğinin bilincinde olmamıza ve deprem zararlarının azaltılmasına karşı verdiğimiz savaşa rağmen kaygılanıyoruz.
Kaygılanıyoruz çünkü;
Türkiye, coğrafi açıdan afet olasılığının yüksek olduğu bir bölgede yer almasına ve tarih boyunca çeşitli büyüklükteki afetlere maruz kalmış olmasına rağmen, sağlıklı yapı stoğuna sahip, güvenilir kentsel çevreler yaratmak konusunda başarılı olamamıştır. Mevcut yapı stoğumuza bakıldığında, ülkemizin depreme karşı savunmasız olduğu görülmektedir. Ülkemizdeki hemen hemen tüm yerleşmelerin, günümüz dünyasının ulaştığı fen ve sanat ile yasal mevzuata aykırı, yasadışı yerleşme ve yapılaşma eğilimlerinin yarattığı sorunlarla yüz yüze olduğu bilinen bir gerçektir. Kentlerimizin büyük ölçüde yerleşime uygun olmayan alanlarda, denetimsiz ve yasalara aykırı yapılaşmalarla biçimlenmiş olması, yaşanan doğal afetlerin kentlerimizde yarattığı tahribatın hem insani hem ekonomik açıdan çok büyük boyutlara ulaşmasına neden olmaktadır. Bu noktada, 1999 Marmara depreminden sonra depremlere çare olacağı anlayışı ile çıkarılan Yapı Denetim Kanunu ve mevzuatı ile 2011 yılında Van depreminden sonra çıkarılan Kentsel Dönüşüm (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun) çalışmaları hızla amacından uzaklaşarak “kentsel imar rantının dönüştürülmesi” odaklı hale gelmiş , jeoloji mühendisliği mesleğini ve bilimi yok sayan ‘ben yaparsam olur’ mantığıyla şekillenmesi kaygılarımızı yükseltmiştir.
Çeşitli eksiklikleri olmakla birlikte 2012 yılında yürürlüğe giren ülkemizin afet konusundaki ilk strateji belgesi olan Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı’nın (UDSEP-2023) deprem konusunda bir yol haritası olarak geleceğe ilişkin çalışmalarda bize yol gösteren rehber olacağına inanmıştık. Her strateji belgesinin başlangıcında olduğu gibi sahiplenilen eylem planı, eylemleri yerine getirmekle sorumlu kuruluşlarımızın ilerleyen aşamalarda sorumluluklarını yerine getirmediğini ve yeterince ilgi gösterilmediğini kaygıyla izliyoruz.
Deprem konusunda başlatılan olumlu çalışmaların başında gelen Ar-Ge destekli Ulusal Deprem Araştırma Programı projelerinin özellikle de ülkemizdeki aktif fayların detay özelliklerini, deprem tekrarlanma aralıklarını saptayacak olan ve MTA Genel Müdürlüğü koordinesinde yürütülen ulusal boyuttaki paleosismoloji konusundaki çalışmaların desteklenmediğini, verilen Ar-Ge desteği bütçelerinin kısıtlandığını kaygıyla izliyoruz.
Ülkemizin deprem gerçeği bilinmesine ve tüm uyarılarımıza rağmen ilgili kurumların işlettikleri kritik tesislerimizde (barajlarımız, demiryollarımız, okullarımız, köprülerimiz gibi) depreme karşı gerekli tedbirlerin (erken uyarı sistemleri, deprem gözlem sistemleri, yapı sağlığı izleme sistemleri gibi) alınmadığını ve yaşanan büyük depremlerden ders alınmadığını kaygıyla izliyoruz.
Ülkemizin afet ve acil durumlarla ilgili sorunlarını çözmek, koordinasyonu sağlamak, sağlıklı bir kentsel dönüşümü gerçekleştirmek, çevre felaketlerini önlemek ve planları hayata geçirmek üzere kurulmuş olan ilgili kurumların ‘risk yönetiminden’ ziyade ‘kriz yönetimi’ odaklı çalışmalara yoğunlaştıkları, eskiden olduğu gibi zarar azaltma yerine “yara sarma” politikasını ısrarla sürdürdüklerini kaygıyla izliyoruz.
Depremler sonrası ortaya çıkan büyük hasar tablosunun, ülkemizin sosyo-ekonomik düzeyi ve gelişmişliği ile de ilgili olduğunu, uzun zamandan beri alınan yanlış kararların ve uygulamaların sonucu olduğunu artık herkes kabul etmektedir. Ancak tüm bu gerçeklere rağmen, sorunların sebebi olarak sadece müteahhitleri, belediyeleri, bazı kamu birimlerini veya sadece bazı meslek gruplarını gören bir anlayış ile sorun basite indirgenmektir. Siyasi bir irade eksikliği başta olmak üzere, toplumun tüm kesimleri, ilgili tüm meslek grupları ile tüm özel ve kamu kurum ve kuruluşlarının bu sorunun ortaya çıkmasında görece sorumlu olduklarını, aynı zaman da sorunun muhatabı oldukları ve çözümün bir parçası olmaları gerçeğinin farkında olmaları gerekmektedir. Bu farkındalığın hala oluşturulamadığını kaygıyla izliyoruz.
Jeoloji Mühendisliği mesleğinin ‘depremle baş edebilme’ kavramı içinde yeterince yer almadığını görüyoruz. Yöneticilerin deprem olayını yerkabuğundaki hareketlere bağlı ve ülkemizdeki aktif fay zonları üzerinde sıklıkla gözlenen bir doğa olayı olduğunu, deprem sonucu meydana gelen hasarların da zemine bağlı ülkemizin jeolojik özelliklerinden kaynaklandığını bilmemelerini, anlayamamalarını ve bu konularla uğraşan bilim dalının da Jeoloji Mühendisliği bilim dalı olduğunu kavrayamamalarını da kaygıyla izliyoruz.
Uyarılarımıza rağmen; jeoloji mühendislerinin konuyla ilgili kamu kurumlarında, yerel yönetimlerde, özel sektörde yeterince istihdam edilmediğini, mevzuatlarımızda jeoloji mühendisliği meslek disiplinine yer verilmediğini, uygulamalarımızın ve görüşlerimizin yeterince dikkate alınmadığını kaygıyla izliyoruz.
Sonuç olarak, Kaygılarımızdan arınmak istiyoruz
Amacımız, vatandaşlarımızın diğer dünya vatandaşları kadar çağdaş, çevre, plan, fen ve sağlık açısından uygun ve güvenli yaşam mekanlarına sahip olmalarıdır. Ve biliyoruz ki; Ülke ve bölge düzeyinde yerleşim politikalarının fiziki planlamasının hazırlanması, kent ölçeğinde rantsal anlayıştan uzak arazi kullanım planları yapılması, afet etkilerine dayanıklı yapım sistemlerinin teşviki ve stratejisinin geliştirilmesi, uygun mühendislik tekniklerinin sağlanması, Ar-Ge desteklerinin sağlanması, hedeflenen strateji ve planların hayata geçirilmesi ve ilgili tüm kanun ile yönetmeliklerinin afet risklerini azaltma odaklı olarak yeniden düzenlenmesi ve gereği gibi uygulanmasının denetimi bizi istenen sonuca ulaştıracaktır.
Jeoloji Mühendisleri Odası olarak deprem zararlarının azaltılması konusundaki çalışmalarda varız, var olmaya devam edeceğiz. Mesleğimiz açısından “biz demiştik” kavramını etik bulmuyor, sorumluların gereken tedbirleri almasını talep ediyor ve bunun takipçisi olacağımızı bir kez daha ifade ediyoruz.”