KENAN’IN KAHVESİ
09 Temmuz 2018 Pazartesi 10:19
Kenan’ın Kahvesini hatırlıyor musun? diye sordu, Kadıköy-Karaköy vapurunun alt katında, pencere kenarında oturan şık giyimli adam. “Nasıl hatırlamam” diye cevap verdi, kendi gibi yetmişini aşmış, uzun saçlı sakallı at kuyruklu, hippi görünüşlü arkadaşı. “Nasıl hatırlamam” diye tekrarladı. Birden yüzü aydınlandı sanki uzun saçlının. Sonra gözleri daldı. Bir daha “nasıl hatırlamam dedi ve konuşmasını sürdürdü. “Üniversite bir gün açıksa en az bir hafta kapatılırdı. Üniversite hayatımız o kahvenin alt katında, yeşil çuha kaplı okey masasını etrafında geçti. Gelsin okey gitsin briç. Sen iyi bir briç oyuncusuydun. Ulvi sana “sol elinle oynama lan” der, bana da “ama soğan kokuyorsun Güvencim be”diye kızardı. Yemeğimizi bile orda yerdik. Kahvenin bir duvarı yandaki kebapçıya bitişikti. Birde pencere uydurmuştu kebapçı. Kahveden sipariş alır, dürümleri hazırlar verirdi pencereden. Pencereden gelen kebap kokusu ve sigara dumanları hepimizi duman ederdi. Günlerce kokardık.
“Ben orasını hatırlamıyorum” dedi, kısa saçlı şık olanı. Eğildi marka pantolonunun paçalarını silkti sol eliyle. Sonra marka gözlüklerini taktı. “Hayret ben niye hatırlayamıyorum kebapçıyı acaba?” Diye sorusunu tekrarladı, kendi kendinin ifadesini alırcasına. “Sen tabi hatırlamazsın. Senin karnın hep toktu evladım. Senin ailen İstanbul’daydı. Güzel güzel evinde kalıyor, temiz çarşaflarda uyanıyor, ev yemekleriyle besleniyordun. Biz yurtta kaldığımızdan her zaman açtık ve kebap yemek bize bir ayrıcalıktı. Ya dürüm yerdik ya da üzerimize sinen kebap kokusunu koklar, ekmeğimize katık ederdik” dedi uzun şaçlı olan gülerek.
Konuşmayı uzatırsa bir yere varamayacağını bilen şık adam bir müddet sustu. Sonra; Biliyor musun yediğim hiçbir şeyin tadı aynı değil. Ne değişti bilmiyorum. Ne güzel yaz akşamları Sivas Talebe Yurdunun önündeki güneşten kavrulmuş çimenlerin üzerine gazete serer, domates, beyaz peynir, taze ekmekle karnımızı doyurur, güzel Marmara şarabı ile cilalardık. O sofraların hala tadı damağımda. Şimdi en lüks lokantalarda yemek yiyorum, yemin ederim o tadı alamıyorum. O zamanlar kafamız da İstanbul’da bu kadar dolu değildi.
Her ikisi de her paylaştıkları anıda hayata dönüyor gibi hissediyorlar, duruşları oturuşları değişiyor, sonra ikisinin de gözleri dalıyor susuyorlardı. Hüzün vardı gözlerinde. Gizemli bir hüzün. Birbirlerine göstermek istemedikleri bir çeşit hüzün vardı.
Ve pencereden her dışarı baktıklarında o hüzün geminin salonundan çıkıyor, Sarayburnu’nun kayalıklarına ulaşıyor, kayalıklarda öpüşen koklaşan sevgililerin etrafından dolaşıyor, Topkapı sarayının duvarlarına yaslanıyor, altında binlerde, on binlerce hatta yüz binlerce deniz anasının yüzdüğü Galata köprüsünde balık avlayanların arasında bir müddet dinleniyordu.. Orada uzun süre kalmıyordu hüzün. Derin bir nefes alıp önce Eminönü’nde balık ekmek yiyenlere, sonra da üzerlerinde ki iğreti Osmanlı giysileri, burunlarından akan ter damlalarıyla durmadan girip çıkan dalgalara aldırmadan işlerini cambaz gibi yapan balık ekmek pişiricilerini inceliyor, Sonra Karaköy- Kadıköy vapuruna dönüyordu.
“Arkadaşlar birer birer gidiyorlar. En son Doktor Necati gitti. Ne dur diyebiliyor ne de bir şey yapabiliyoruz biliyor musun” dedi uzun saçlısı. Çaresizlik feci bir şey. Hele bugünlerde hastalıklar çok arttı. Ölümler kolaylıkla kabul edilir bir hale geldi. Mesela zaten kansermiş diyorlar. Birde aaaa adam öleli bir yıl geçmiş bile, zaman uçmuş gibi laflar duyuyor sinir oluyorum bu kayıtsızlığa.
Evet, birbirimizi artık sadece cenazelerde görür olduk. Neyse ki biz birkaç arkadaş haftada bir gün yemeğe çıkıp rakı içiyor hasret gideriyoruz. Senin hiç katıldığın yok. Kaç kez telefon açtık davet ettik. Birkaç yıl önce beş arkadaş Tayland’a gittik seni de kaç defalarca aradım gelmedin” diye arkadaşına fırça attı şık adam.
Gelmedim çünkü sizin gibi sevimsiz heriflere bir hafta dayanamazdım.
Bak söylediğine kendin de inanmıyorsun, gülüyorsun.
Hayır, inanıyorum ama aklıma komik bir şey geldi. Ona gülüyorum.
Neymiş o kadar komik olan söyle de biz de gülelim.
Hatırlıyor musun Mahzun Kırmızıgül bir film yapmıştı, New York’ta beş minare diye. Belki Tayland’da beş Sivaslı diye yeni bir film yapar, Senaryosunu ben yazarım diye düşündüm ona gülüyordum.
Çekemiyorsun tabi gelemedin diye kılıbık herif. Karının dizinin dibinden ayrılamadın tabi.. Kılıbıklığına kılıf arıyorsun. Bak dinle gittiğimiz uçağın kaptan pilotu bizim Ali’ydi, Nuri’nin dayısı Ali. Ordudan emekli olunca Türk Hava Yollarına geçmiş. Zaten bizim seyahati Ali planladı. Uçak havadayken Ali pilot kabininden çıkıp bizle oturuyordu. Hikmet bundan çok endişe ediyor “Oğlum Ali, senin işin gücün yok mu? Geçsene işinin başına” diye kızıp duruyordu Ali’ye. Ali ne kadar “Hikmetçiğim otomatik pilot var, yardımcı pilot var dediyse de dinletemedi. Bir türlü rahat edemedi Hikmet.
Günahı çok da ondan rahat edememiştir. Zebanilerden korkmuştur. Yılların avukatı ya.
Gülüştüler, bir müddet ikisi de konuşmadı. Birden uzun saçlı şık arkadaşına döndü yüzünde şeytani bir gülümsemeyle “sana bir şey soracağım ama doğru cevap ver” dedi.
Ne soracağına bağlı, söz veremem
Lisede okurken gözlerini dikip miyavladığın bir kız var mıydı.?
Böyle kaba bir soruya cevap vermem. Biraz daha romantik olmaya çalış.
Peki, lisedeyken her gördüğünde kalbinin kuş kalbi gibi çarptığı, darmadağın olduğun bir kız varmıydı?
Vardı ama sana söylemem kim olduğunu. Çünkü hemen yazar ikimizi de rezil edersin.
Yahu aradan 55 yıl geçmiş.
Olsun hayır dedik. Benim prensiplerim var o kadar.
Üstelemedi uzun saçlı adam. Sonra vapurun sol tarafında beliren Sirkeci Tren İstasyonuna takıldı gözleri. “Hatırlıyor musun 55 yıl önce bu istasyondan beni yurt dışına yolcu etmiştin. Rahmetli annem, rahmetli dayı İlhan, Eniştem ve ablam da gelmişti beni yolcu etmeye. Annem ağlamasın diye o kadar ilgi göstermiş o kadar uğraşmıştın ki o iyiliğini hiç unutmadım. Üzülmüş müydün tren hareket ettiğinde” diye sordu, duygulanarak.
Üzülmenin yanında panik olmuştum. Artık büyüdüğümüzü, hayatımızın çok değiştiğini ve daha da değişeceğini hissetmiş korkmuştum. Çok uzağa gidiyordun.
Palamarların gıcırtısını duyuncaya kadar ikisi de başka bir şey söylemedi. İskeleye bağlanma faslı tamamlanınca bir müddet kalabalığın çekilmesini bekleyip kalktılar.
“Cağaloğlu yokuşunu koşarak iner çıkardık, günde hem de kaç kez. Bak yerimizden kalkmayı canımız istemiyor” dedi ve koluna girdi şık arkadaşının, uzun saçlı. Rıhtımda sarılıp adam gibi kafalarını birbirine toslamadan, duygulanarak, öpüşüp vedalaştılar. İkisi de artık bu ayrılmaların gizli bir helalleşmeye döndüğünü biliyorlardı. Sonra biri Tophane tarafına, diğeri köprüye doğru yürüdü. Ama dönüp dönüp birbirlerine bakmadan edemediler. İkisi de uzağı göremiyordu ama yine de baktılar işte.