Toplumcu Şiirimizde Garip İzleri…
Tamer UYSA L yazdı...
21 Aralık 2020 Pazartesi 11:32
ORHAN VELİ VE “GARİP ŞİİRİ”…
Toplumcu Şiirimizde Garip İzleri…
“Bu umut özgür olmanın kapısı;
Mutlu günlere insanca aralık.
Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;
Vurur üstümüze usulca ürkek”...
(Oktay Rıfat)
Her geçen gün biraz daha fazla baskı altına alındığımız toplumsal koşullarla
yaşamaktayız. Ekonomik koşullar, hayat pahalılığı, sık sık karşılaştığımız
zam haberleri, enflasyon denilen canavar ve bir türlü sonu gelmeyen
ekonomik paketler hangimizi garipleştirmiyor ki? Hangimiz biraz garip,
hangimiz biraz şair değiliz? Aziz Nesin’in “Türkiye’de
her üç kişiden beşi şairdir” demesi belki de bundan…
Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Ali Oktay Rıfat’ın 1937’de Varlık
dergisindeki çıkışları Orhan Veli’nin öncülüğünde “Garip” olarak meyvesini
vermişti. Orhan Veli “İstanbul Türküsü” adlı şiirinde şöyle diyordu:
İstanbul’da, Boğaziçi’nde,
Bir fakir Orhan Veli’yim;
Veli’nin oğluyum,
Târifsiz kederler içinde.
Urumelihisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuştum:
"İstanbulun mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalı’m,
Senin yüzünden bu hâlim."
"İstanbulun orta yeri sinama;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?
Sevdalı’m,
Boynuna vebâlim!"
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim;
Bir fakir Orhan Veli;
Veli’nin oğlu;
Târifsiz kederler içindeyim.
Orhan Veli ve arkadaşlarının şiiri sanat çevrelerinde sevildiği kadar
eleştirilmiştir de… Şair Murathan Mungan’ın “Bir Garip Orhan Veli” adlı
oyunu ilk kez 1981’de, daha sonra da defalarca sahnelenmiş, şiirleri de
her dönem ilgi görüp tartışılmıştır. Son şiirinin karalamasını bir diş fırçasına
saran Orhan Veli’ninki kısacık bir yaşamdı… Ardında etkili ve güzel şiirler
bırakan Oktay Rıfat’ı 1950 yılında kaybetmişiz. Şairliğinin yanı sıra roman
yazarı, denemeci ve oyun yazarı olan Melih Cevdet Anday’ı ise 2002’de
çok yakın bir tarihte kaybettik (Kasım ayı içinde yitirilen Orhan Veli ile
Melih Cevdet’in anısına geçtiğimiz günlerde de İstanbul’da bir şiir dinletisi
gerçekleşti). Doğum tarihleri gibi ölüm yıldönümleri de yakın olan iki
şairimizin anısına Garip şiirine farklı bir başlıkla bakmak yararlı olur umarız…
Garip şiir akımı ile ilgili birçok eleştiri yapılmıştı. Türkiye’ye arabesk ve argo
dilin garip şiiriyle girdiği söylenmişti. Acaba bu böyle mi?
Arabesk, kültürümüzde özellikle 1970’li yıllarda başlar. Kırdan kentlere göç
sonucunda özellikle kentlerde kır özelliği taşıyan ve kent sorunlarını da en
çok hisseden insanların yaşadığı varoşlar ve gecekondu arabeskin çıkıp
ülkeyi sardığı önemli bir geçiş kültürünün ürünü olmuştur.
Şiir akımı diyoruz, fakat Metin Eloğlu gibi Garip’ten etkilenmiş bazı şairler
bile Orhan Veli ve arkadaşlarının şiir anlayışlarının bir akım olmadığını
öne sürmüşlerdi. Garip şiiri birçok şair tarafından olumlu ya da olumsuz
biçimde eleştiri aldı. Kimine göre şiirimize değişim ve yeni bir soluk
getirmiş, şiire olan ilginin çoğalmasını sağlamıştı. Metin Eloğlu, Erdoğan
Alkan gibi şairler, yazarlar Garip’in şiire olumlu olumsuz özellikler kattığını
belirtmişlerdir. Erdoğan Alkan arabesk tutumla Garip şiiri arasında bir
yakınlık duyumsarken, Metin Eloğlu Garip’in bir akım olmadığını, şiirimizde
yavanlıkları, yıpranmışlığı, boşunalığı öteleyen doğal bir aşama olduğunu
söylüyordu…
Metin Eloğlu’na göre Garip’in tutumunu anlamayanlar onu bir moda sanarak
değerlendiriyor, gerçek kökenini sezenlerse onu ustaca yorumlayanlar,
katkıda bulunanlar oluyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar ise Orhan Veli’yi
yenilikçi olarak değerlendirmekle birlikte popülizmin temsilcisi olmakla
nitelendiriyor ve şiirde yarattığı tipi benliksiz, sadece varolmakla yetinen
birisi olarak görüyordu. Ancak Tanpınar’a göre de Garip akımı şiirde,
hem dilin hem de amacın birlikte değişmesini istiyordu.
Orhan Veli, ilk önsözlerinde, yazılarında hiçbir çizgi sorununa değinmiyor,
salt şiirin şaşmaz ilkelerini tanımlamaya çalışıyordu. Aslında bu ilkeler,
yasallaşamaz, kurallaşamaz, çağdaş, gündeş ilkelerdi. Metin Eloğlu’na
göre bu açıdan şiirimize sarılanlar bir gelişim gücünü yansıtabiliyor ama
ille de kendi toplumsal, düşünsel, sanatsal kişiliklerini, özgünlüklerini
saptayarak var kılınmışa öykünmeden…
O dönemden adları anılanlar da onlardı, değerleri anlaşılan da onlardı…
Zira Metin Eloğlu’nu tanımlarken de Garip’ten etkilenişini, özgünlüğünü
korumuş olmasına bağlayanlar vardı. Örneğin onunla konuşan Behzat
Ay gibi…
Garip ülkeye soktuysa ya da en azından ilk olarak oraya uzanıyorsa,
arabeske biraz değinmek gerek; Kültürümüzde özellikle 1970’li yıllarda
başlayan kırdan kente göçle özellikle varoşlarda başlayan arabesk önemli
bir “geçiş kültürü” sayıldı. Bu saptama sosyolog Emre Kongar’a ait. O
zaman varolan istatistiksel bilgiler halen 3 kişiden birisinin gecekonduda
yaşam sürdüğünü göstermekte idi. Bu oran 20-25 milyon kişiye karşılık
olduğuna göre tutulmasının nedeni kolaylıkla açıklanabilirdi de...
Garip şiiriyle gecekondu şarkıları (sadece gecekonduların mı, o da tartışılır
ya) arasında bir bağlantı kurulmasına dönersek; Orhan Veli’nin 1936-37
yılları arasında şiirlerini yayınlamaya başladığı sıralarda Türkiye’nin ilk Milli
Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel döneminde klasikleri çeviren yazarlar
arasında bulunduğu da kayda değer. Göç ile arabesk olgusu ise özellikle
1950’lerden sonra başlıyor…
Çağdaş şiirimiz Nazım Hikmet’in ilkini yurtdışında yayınlandıktan sonra
1929’da Türkiye’de çıkmış ikinci şiir kitabı “835 Satır”la başlar. 1941
yılında görünen Garipçiler ise şiire yenilik ve yaygınlık getirmiş, şiiri
geniş kitlelere benimsetmişti. Ancak birinci yeni olarak da adlandırılan
Garip’in ardından Nazım Usta’yla başlayan toplumcu şiire yeniden
dönülmüş, 1950’li yılların sonundaysa İkinci Yeni adıyla farklı bir şiir
anlayışı gelişmiştir. Fakat 1970’li yıllarla beraber bu şiir akımını da
terkeden veya içinde yeralmak istemeyen şairler toplumsal sorunlara
dönük toplumcu şiiri öne çıkarmışlardır.
1940-50’li yıllar faşizmden bütün dünyanın giderek bütün insancıl değerlerin
etkilendiği yıllardı. Türkiye’de sanat-edebiyat alanında o yıllarda şiirimiz de
iki kümeden oluşuyordu. Bunlardan biri toplumcu şiirimize göre farklı, küçük
burjuva içerikli Orhan Veli ile yandaşlarının Garip Şiiri, ikinci küme ise
toplumcu şiir; topluma yönelik devrimci şiirdi. İkinci gruba girenler bilimsel
bilgiyi genç yaşta sindirmiş dünyadaki devrimci eylemle birleştirmiş
Nazım Hikmet, Enver Gökçe ve Ahmed Arif gibi şairlerdi. Onlar faşizme
karşı pratikte de direniyor ve emekçi kitlelerin yaşamlarını ileriye götürecek
devrimci bildiriyi sağlam bir estetik yapıyla okura sunuyordu.
Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın Türkiye’deki toplumsal
koşulların dayatması ile gerçeküstücülük ve dadaizm şiir akımının etkisinde
şiirler yazdıklarını görürüz. Bu etki Fransız şairlerden yapmış oldukları
çevirilerle başlar ki bunlar içerisinde başı çekenler Charles Pierre Baudelaire,
Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Stephane Mallarmé ve Gerard de Nerval
olur. Orhan Veli’nin 1936-1937 yılları arasında yazdığı bazı şiirlerde bu izleri
açıkça görmek mümkündür. Ancak bu şiirler tamamen yazınsal kurallar ve
kalıplar içinde yazılmış yani ölçülü ve uyaklı şiirlerdi.
Fakat 1937’den sonra yazdığı şiirlerde gerçeküstücülüğün ve dadaizmin
etkilerini görürüz. Orhan Veli’nin şiirindeki bu değişimin nedeni Garip’in
önsözünde kendisinin de belirttiği gibi ölçü ve uyağı kaldırmak, eski biçimleri
atmak, özde şiiri burjuva beğenisinden kurtararak daha geniş kitlelerin yani
halkın beğenisine sunmaktı. Tıpkı sembolist şair Rimbaud’nun gibi,
İsviçre’de de bir grup genç şair toplumsal kurumlara başkaldırdılar ve
bu başkaldırı Fransa’da 1916’da her şeyi alaya alan bir tarz olarak şiire
girmişti. 1924’te de Andre Bréton öncülüğünde yine Fransa’da ilk
bildirisini yayınlamış olan gerçeküstücülük yani sürrealist şiir akımı ortaya
çıkmıştı. Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ı etkileyen bu
iki şiir akımı başlangıçta iç içe geçmiş ve benzer özellikler gösteriyordu.
Gerçeküstücülük giderek toplumsal gelişmelerin ve sanattaki arayışların
etkisiyle değişir. Önceleri bireyci ve imgeci olan bu tarz 1930’lardan sonra
ikinci gerçeküstücülük bildirisinin yayınlanmasıyla toplumsal ve gerçekçi
bir biçime dönüşür. Louis Aragon ve Paul Eluard’ın başını çektiği bu ikinci
gerçeküstücüler çıkardıkları dergiye de “Devrimin Hizmetinde
Gerçeküstücülük” adını verirler. Orhan Veli, Oktay Rıfat ile Melih Cevdet
Anday da bu ikinci gerçeküstücülüğü izlerler. Onlar da artık toplumsal
baskıların etkisiyle toplumcu dizeleri ancak bireyci olanların arasına da
olsa sıkıştırıp şiirlerinde kullanmaya başlarlar.
Sovyet devriminin şairi Vladimir Vladimiroviç Mayakovski’nin deyişiyle
şiir toplumsal bir soruna çözüm getirmeliydi. Orhan Veli, Melih Cevdet
ve Oktay Rıfat’ın çabaları Türkiye’ye böylesi şiir getiriyordu. Üstelik şiiri
getirmekle kalmıyor, Eluard ve Aragon gibi gerçeküstücülükten kopan
iki büyük şairin etkisiyle Türkiye’de eleştirel gerçekçiliğin zeminini de
hazırlıyordu.
Garip şiirini Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın yaşadığı toplumsal
koşullara bakarak ele almakta yarar var. Türkiye’de komünistlerin baskı
altına alınıp ağır bedeller ödediği yıllar onları gerçeküstücülüğe zorlar.
Aslında eleştirel gerçekçiliğe bir adım olan ikinci gerçeküstücülük Orhan
Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’la birlikte Nazım Hikmet’in şiirlerinde
görülür. Nazım Hikmet kendisine yönelik yapılan değerlendirmeye karşılık
“Mayakovski’den etkilendiğim ileri sürülüyor, eğer etkilendiğim bir şair
varsa o Mayakovski’ den çok Paul Éluard olabilir” diyordu. Eleştirel
gerçekçi şiirden etkilendiğini belirtiyordu. Oktay Rıfat da “Ben materyalist
ve sosyalistim” diyor ve sanata bakışını açıklıyordu Varlık dergisinde.
Eleştirel Gerçekçilik, İkinci Gerçeküstücülük ile Sosyalist Gerçekçilik
arasında bir sanatsal tutumdu. Ve bu tutumun adı da Fransa’da Paul
Éluard ile Louis Aragon tarafından konmuştur.
Atom insanlığı tehdit etmeye başlamış uygarlığın yerini barbarlık almıştır.
Sanayileşme yüzünden göç büyük bir sorundur. Bütün bu dış etkenler ve
sorunlar gerçeküstücü ozanları etkiler. En çok da kendi iç dünyalarını,
çocukluklarından kaynaklanan nevroz bunalımını etkiler.
Peki nasıl kurtulacaklardı bu bunalımdan? Tabi bilinçaltını boşaltarak.
Yani acı gerçeklerle mutlu çocukluk günlerine uzanan tatlı düşleri
kaynaştırarak. Gerçeküstücüler 1924 tarihli Birinci Gerçeküstücülük
Bildirisi’nde şiir etkinliğini şöyle tanımlıyorlar: “Gerçeküstücülük şimdiye
dek ihmal edilmiş belli çağrışım biçimlerinin yüce gerçeğine, rüyanın
büyük gücüne, düşüncenin özgür oyununa inançtır. Tüm diğer ruhbilimsel
mekanizmaları yıkmak ve yaşamın temel sorunlarının çözümünde başka
ruhbilimsel mekanizmaların yerini almak amacını güder”.
Tanımdan şu sonuç çıkartılabilir: Düşünce gerek yazılı veya sözlü gerekse
başka bir tarzda olsun aklın denetimi olmadan, hiçbir estetik amaç ve
toplumsal kural tanımadan doğrudan aktarılıyor. Böylece bilinçaltındaki
ürünler özgürce verilebiliyor. Peki bilinçaltı sanatta neden böyle birden
ağırlık kazanıyordu? Çünkü gerçeküstücülüğün doğduğu, sürdüğü
yüzyılda bunalım ve çelişkiler keskinleşmiştir. Gerçeküstücülüğü
ortaya çıkartan André Breton ve Louis Aragon’un; her ikisinin de tıp
öğrencisi olmaları da rastlantısal değil. Bu dönemin koşullarının ortaya
çıkarttığı bir şey. Breton 19 yaşında askere alındığında Birinci Dünya
Savaşı sürüyordu. Tıp öğrencisi olması 1915 yılında askere alınmasından
sonra çeşitli nöro-psikiyatrik kliniklerde çalışarak ruh hastaları üzerinde
inceleme olanağı bulmasını sağlamıştır.
André Breton, Louis Aragon, Philiphe Soupault, Robert Desnos ve
Paul Éluard gibi ozanların içinde yeraldıkları gerçeküstücülük, kurucularının
ve bu akımı tutmuş olanların savlarına göre “gerçek yaşamı deneme ve
anlatma biçimidir”. Şiirde Comte de Lautréamont ve Arthur Rimbaud’nun
önceden sezdiği şeyi, yaşamın tüm yanlarını, görünümlerini üstlenen bir
varolma davranışını eylemli olarak ele geçirmenin deneysel başlangıcıdır.
Gerçeküstücülük alışılmamışın doğurganlığıydı.
Şiirsel değeri bilinmeyeni işleme tekniğinden gizemli iletişimlere göre
evren ve insan bilincinin kilit altına aldığı tüm öteki şeyleri işleme
tekniğinden doğuyordu. Gerçeküstücülükten önce onunla paralel gelişen
başta Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın da etkilendiği
bir akımın, dadaizmin öncüsü Tristan Tzara’nın deyişiyle yaşama bir
başkaldırı değil toplumun tüm değer yargılarına, sanatına bir başkaldırıdır.
Gerçeküstücülük nasıl geleneksel ve aktüel olanı aşarak bilinçaltının,
düş ile hayal gücünün özgürlüğünü isteyen bir görüşse dadaizm de
insanların yıkılışından, dünyadaki karışıklıktan umutsuzluğa düşmüş hiçbir
şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan kimselerin ruhsal durumlarının
sonucunda ortaya çıkmış bir görüştür.
Dadaist görüş fazla uzun ömürlü olamadı. Yerini gerçeküstücülüğe bıraktı.
Öte yandan Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet ile gerçeküstücülüğün
Türkiye yazınına da girmesini sağladı, tabi ardından eleştirel gerçekçiliğinde.
Dadaizmin amacı, savaşa etken bir tavırla karşı çıkmak, savaşa neden olan
burjuvazinin yozlaşmış değer yargılarına ve bozulmuş yapısına onur ve
ahlaka uygun yeni bir anlam kazandırmak olarak özetlenebilir. Dadaistlere
göre, insancıl olan her şeyin üstüne çöreklenip onu örten ve gizleyen
aşırı duyarlılık ve yapmacıklık, yukardan atıp tutan kötü bir zevk sanatın
her alanında egemen olduğundan burjuvaziye ait bütün kurum ve
kuruluşlarla birlikte sanatının da yıkılması gerekmekteydi.
Orhan Veli 1941 yılında yazdığı ve Garip Şiirinin manifestosu sayılan
önsözde görüşlerini şöyle açıklıyordu: “Bugüne kadar burjuvazinin malı
olmaktan ve yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve
feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramayan
şiirde değişmeyen tek şey egemen sınıfların zevkine hitap etmiş olmaktır.
Egemen sınıfları yaşamak için çalışmak zorunda bulunmayan insanlar
teşkil ediyor, şiir de onların zevkine sunuluyordu. Ama yeni şiirin
dayandığı zevk artık azınlığın oluşturduğu o sınıfın zevki değildir.
Bugünkü dünyayı dolduran insanlar, yaşama hakkını sürekli bir
didişmenin sonunda buluyorlar, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine
hitap edecektir. Fakat bu kitlenin ihtiyaçlarını eski edebiyatın aletleriyle
anlatmak demek değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını
yapmak değil, sadece zevkini aramak, bulmak ve onu hâkim kılmaktır.
Şimdiye kadar edebiyatımıza şekil veren bütün kalıpları atmalı, yapıyı
temelinden değiştirmeliyiz”…
Orhan Veli yazısında sembolistleri birinci sürrealist manifestoda sözü
edilen ruhsal otomatizmi salt sözcük oyunlarına başvurarak düşünce
ve sanatın çıkış noktası olarak ele almalarını eleştiriyor, zekâ
hokkabazlığına düşmek yerine bilinçaltını kullanmakta ustalığın mühim
olduğunu belirtiyordu. O’na göre şiirde şairânelik değil tamamındaki
anlam önemliydi. Melih Cevdet Anday, Garip şiirini düşünceden yola
çıkan duygu yüklü şiir olarak tanımlandırıyor ve “Telgrafhane” adlı şiirinde;
Uyuyamayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o eski sen değilsin
Sen simdi ıssız bir telgrafhane gibisin,
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketinin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku girmez ki
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın
diyordu. Garip’te biçimden öte toplumsal koşullara karşı gittikçe özellikle
Melih Cevdet Anday’la artan bir tepki vardı. Sonuç olarak da evrim geçirdi
ve tarih içinde yer aldı. Doğal olması gerektiği gibi yerini toplumcu şiirimize
bıraktı. Tepkilerimizin özünde varolması gereken aldatıcı, yanıltıcı, sabun
köpüğünden olmamak, kalıcı, temel bir direnç gösterebilmek değil midir?
Buna bir tür başkaldırı da denebilir. Şiirde de, sanatta da, soluklandığımız
her alanda zaten yaşamak gecenin tüm karanlığına rağmen buğulu bir
cama güneşi çizebilmektir, özetle Albert Camus’nun dediği gibi “Yaşamak
Direnmektir”…
Temel Kaynak: Şiir Sanatı, Erdoğan Alkan, Yön Yayıncılık 1995 (Yeni bask
İnkılap Kitabevi 2005).
TAMER UYSAL