‘VEDALAR SONLARA GEBE DEĞİLSE’
11 Temmuz 2024 Perşembe 16:17
‘Vedalar Sonlara Gebe Değilse’
Ares Kıvanç Dönmez’le Sahneden Biraz;
‘nin katkılarıyla yayına hazırlanmıştır.
Bağımsız ve alternatif yapı, ‘Sahneden Biraz’, her türlü ‘baskı-şiddet-taciz-zorbalık ve ötekileştirme’ye karşıdır!
‘SAHNEDEN BİRAZ’ UYARISI: Yazıya geçmeden önce bilin, LÜTFEN! Bu köşe Green Peace’i (Yeşil Barış), WWF’yi (Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı)’nı, Amnesty International’ı (Uluslararası Af Örgütü), Human Rights Watch’u (İnsan Hakları İzleme Örgütü) ve Save The Children’ı (Çocukları Koruma Vakfı), görece ‘daha iyi bir dünya’ desteklemektedir!
Bu desteğin karşılığı hiçir şart ve koşulda kesinlikle ‘maddi’ değil, mümkün olursa ‘manevi’dir.‘ Yalnızca son ağaç kesildikten, son ırmak zehirlendikten, son balık yakalandıktan sonra...Ancak ondan sonra paranın yenemeyeceğini anlayacaksınız.’ (Marlo Margon-Bir Çift Yürek)
TEMA VAKFI’NI VE BİR TANE BİLE OLSA FİDAN BAĞIŞI YAPMAYI SAKIN UNUTMA!BİL Kİ: ‘BİR CAN BİR CANDIR!’ https://www.instagram.com/bircanbircandir/
İLETİŞİM: [email protected]
Süreç işleyişi: -Tüm mailler aynı gün cevapladırılır ve bekletilmez.
-Mail süreci uzatılmadan, telefonla sesli iletişime geçilir.
Kıvanç İlkesi: Söz veriyorum: Size doğru olmayan bir şeyi, o an doğru onu gerektiriyor ya da kendi doğruma “doğru” geliyor diye doğru gibi yazıp göster(e)mem. Bir tek şey için söz ver(e)mem:
Taraf tutmamamı istemeyin benden. En tarafsız anımda, farkında bile olmadan bir tarafa geçmiş olabilirim. Kişilerin ve yerlerin asla ama ‘düşünce’ ve ‘fikir’ lerin daima.
‘Sahneden Biraz’ dan, ‘Teşekkür’ :
Uzun bir aranın ardından, sizlerle yeniden buluşmak çok acayip bir duygu. Çok tanıdık ama bir heyecan ki saran aman aman; sanki hiç alışılmadık!
İyi yazmak için önce iyi düşünmek gerekir. Bu bilinçle hareket etmek, yazan birisi için temel bir pratiktir. Bu pratiği edinir ya da edinmez; bu elbette onun bileceği bir iştir.
Ben edinenlerdenim. Birden düşündüğümü birden yazdığım olmaz ve hiçbir yazı bir hızla çıkmaz. Aklımdan geçenleri yazıya geçerken, içlerinde hala geçerli olanlar ve benden ‘geçer’ olanlara tanırım önceliği. Bundan önce böyle oldu, bundan sonra da böyle olacak...
Geçmiş dönem de yazarı olduğum ‘Hayattan Biraz ’da varlığınızı büyük hissettim...‘Sahneden Biraz’ da da eminim, aynı şekilde hissedeceğim...
Hepinize ayrı ayrı, ilk günden ‘teşekkür’ ederim. Umarım, her link tıklamanız için olur. Tıkladığınız her yazı da, tarafınızdan okunmaya değer bulunur.‘Hoş’ geldim; ‘hoş’ bulun dilerim!
https://www.gundemgazetesi.net/mobi/sahneden-biraz-yarin-merhaba-diyecek-81670h.htm
MOTTO: ‘Sahneden Biraz’, sahnede gerçek olan ve gerçeğin kendisi ile ilgili olan şeylerin tamamı ile ilgilenir ve ‘gerçek sanat’ ile çok gerçek bir alışveriş içerisindedir.
Bir performans, sahnede başlar ve biter ama ‘Sahneden Biraz’ da uzun süre devam eder.
Önce Dinle: Sertab Erener’ in, ‘İncelikler Yüzünden’ adlı parçası yazının kalp atışı.
Okumadan önce dinlemen ve bu atışı hissetmen, yazının senden ricası...
https://www.youtube.com/watch?v=H-tsqQPwivs
‘Vedalar Sonlara Gebe Değilse’
‘I wish there was a way to know you’re in the good old days before you've actually left them.’ (‘Keşke onları gerçekten terk etmeden önce eski güzel günlerde olduğunu bilmenin bir yolu olsaydı.’) Andy Bernard
Salon koltuğunda sayfaları açık kalmış bir şekilde bırakılan, o kadar adam- akıllı olmasa da, usulden, hani şöyle bi idareten toplayıp da kaldırmaya da- hi mecal bırakmayan kitaplar, bir anda bastıran uykuyla, nasıl da aniden yatıldığının ve gece geç saatlere kadar ayakta kalındığının ispatılar.
Okuma sehpasıyla iki berjerin dört bir köşesini sarmış durumdalar ve sahiplerinden gördükleri yüksek ilgi sonucu onlar da birer geceden kalmalar. Televizyon evet ama ‘PC’ kapatılmamış ve hiçbir fiş prizden çıkarılmamış.
Hoparlörler, ses en kısıkta olduğu için tüm gece şansa arıza çıkarmamış.
Demek ki, kadın çocuktan önce yattı. Çünkü aksi olmuş olsa önce ekran ışığı olan her cihaz sırasıyla kapatılır sonra da prizde takılı bütün elektrik kabloları tek tek çıkarılırdı...
Açık kalan pc yalan söylemiyorsa, You tube’da gezinilmiş ve ‘Sertab Erener’ dinlenmiş uzun süre. ‘İncelikler Yüzünden’ le de iyice inceltilmiş gece.
Bazı geceler böyle olur bu.‘Erener’ dinlemeden edilemez. ‘İncelikler Yüzünden’ ve ‘Bahçede’ ye de başka hiçir parça ile ihanet edilemez.
Biraz kurcalayınca anlaşılıyor ki, bitmesine son ‘kırk beş saniye’ kala durdurulmuş parça.
Belli ki ya tuvalete ya da mutfağa gidilecekti. Sonra da geri dönülecek, kalınan yerden incelikle devam edilecekti…
Bu arada ‘Sertab’la gece inceltme seansına, bir diziden sonra geçilmiş. İlk önce Netflix’te, ‘Tales Of The City’ izlenmiş. (Kent Masalları-2019)
7.bölüm bitirilmiş, 8.bölüme geçilmiş ve bu bölüm başlatılmış ama ilerletilmemiş. Demek, romanı çok önceden okunmuş, 78’ deki ilk versiyonu da akabinde izlemek için bulunmuş olan bu mini dizinin yenisi için çok heyecanlanmışlar ve ‘yayına girdi’ haberini alır almaz izlemek için sabırsızlanmışlar.
Bu arada laf aramızda, Netflix’ e birçok insan gibi pandemide üye oldular ve bunu direkt olarak ‘Tales Of The City’ e bağladılar .
Geçen hafta yeni açılan ve ikisinde de merak uyandıran hediye dükkanın- dan alınmış olan ‘cam portakal mum’ tümüyle erimiş ve parkeyle özel bir gece geçirmiş; bu da kadının işi olamaz, çocuk sever mum ışığında oturup kitap okumayı.
Kadının özel gece okuma gözlüğü ve başucunda duran ve ‘portakal mum’ gibi yeni satın alınmış olan ‘armut lamba’ sı var.
Gece görüşü için geçen ay birlikte aldılar bir aydınlatma mağazasının çocuk bölümünden. ‘Hastaneye hoşgeldniz’ diyen fotoselli bir kapısı vardı mağazanın ve daha girmeden dolandı dillerine.
Hep böyleydi onlar, ufacık bir şey inceleme değeri taşırdı ikisi içinde. Hayat gibi açarlardı içini dışına verip en ufacık bir şeyi. O kapının değişmesi gerektiğini düşündüler örnekse.
Çünkü gittikleri bir hastanenin giriş kapısıydı neredeyse ve bu kadar tatlı bir mağazaya ‘gelme’ demek gibiydi bir yerde...
Kadın, kapısını beğenmedi ama kapıdan girdikten sonra gözünü alan hemen her şey özel beğenisine oldu. Seçmekte çok zorlandı ve en sonunda gözüne kestirdi tam ona bakan ‘led armut’u.
‘Bu armut senin olsun madem; hoş iyisini ayılar yer ama biz yakacağız, yemeyeceğiz’ dedi çocuk. Gülüştüler uzun süre.
Her ne kadar kadın da çocuk kadar bir ‘mum sever’ sayılsa da, tek başına ayakta kalmışsa pek yakmaz ve mum ışığında kitap okuma isteği çok doğmaz. Binde bir böyle bir şey olacak olursa da, balkon penceresine giderek dışarı doğru üfler ve söndürür.
Ayrıca ‘ev yanar korkusu’ yla vitrindeki yerine geri bırakmayı da bilir. O tam bir fırdöndüdür.
Öyle ya da böyle ne kadar da çok şey okunmuş dün gece yine. Çocuk, kadından sonra da devam etmiş epeyi süre.
Bu durum kendini en çok kitap ayraçlarından ele veriyor başka hiçbir şeyden vermese de…Dört farklı ayraçtan ‘Galata Kulesi’ olan, kadın okumayı bırakıp odasına geçtiğinde sayfa 78’deydi ama şimdi 102’de.
‘Tırtıllı ayraç’ lar beraber okuduklarını nerede kaldılar diye bilmeleri için, ‘Galata Kulesi’ ve ‘Küçük Prens’ ise, bireysel olarak okuduklarını...
‘Galata Kulesi’ kadının, ‘Küçük Prens’ çocuğunki! Birlikte ve ayrı olarak okudukları kitapları seçtikleri farklı ayraçlarla ayırıyorlar bi zamandır birbirinden.
Çocuk, kadının okuduğu kitabı önceden okumuş olduğu için sayfa sayfa biliyor ama en sevdiği bölüme geldiğini fark edince, kendi kitabını bırakmış ve kadınınkine dadanmış.
O yüzden ‘Galata Kuleli Ayraç’ sayfa 78’de olmalıyken 102’de. Kitapları yalnızca sayfalarıyla değil, sahipleriyde birbirinden ayıran ayraçlar, geceye birer bekçi başılar.
Gece okunanlara bakılacak olursa, ‘Krishnamurti’, ‘Umberto Eco’, ‘Pı- nar Kür’ ve ‘Peride Celal’, uzun oturma koltuğundaki iki yastık arasında sıkışıp birbirine tost olmuş durumda.
Ne olduğu seçilemeyen biri sayılmazsa, dün gece dört misafir ağırlanmış salonda. Eco’yu önce çocuk okumuş sonra kadına hediye etmişti yaş gününde…
O yüzden ‘Galata Kulesi’ ayracı, Umberto Eco’nun, ‘Beş Ahlak Yazı- sı’ adlı kitabının içinde.
Son zamanlarda kadınında, çocuğun da kitap okurken hissettiği bir ahbapla buluşmak gibi.
Geçen gecelerden birinde neden sebep şöyle söyledi kadın çocuğa: ‘...kapandığımız şu günlerde bu kitaplar birer ahbap gibi bizimle…..’ ‘Bizim ahbaplığımız gibi’ diyerek karşılık verdi çocukta kadına…
Karşılıklı gülümsediler ve çok geçmeden bilinmez bir keder aldı yüzlerindeki gülümsemenin yerini.
Pandemi’nin en pik noktası... Dragos’da denize sıfır, üç adayı da işaret parmağınla seçip bulabileceğin kadar yakın bir mesafede gösteren o beş katlı müstakil evin, beşinci katında yaşayan anne ile oğul için, bu gibi geçen günler işte…
Artık gün doğumlarında ve batımlarında kayıklarla açılanlar da yok ufukta. Oysa günü bir kartpostal yapmak, günde bir kartpostal olup kalmak gibiydi öylesi.
Zamansız çıka gelen kayıklar, yan yatan balıkçı tekneleri, sallana yuvarlana ne durduğu ne de gittiği belli olmayan sandallar ve eğer o gün havasıysa yarışan yelkenlilerle ne de güzeldi önceleri Dragos’da denizi izlemesi.
Ne gece gece şimdi ne de gün, gün! Akşamın sabahtan, sabahınsa akşamdan yeni bir kitaba geçilirse farkı var bu evde.
Misal, geç edilen sabah kahvaltısı, öğle yemeğini de içine aldığından, sarkan gün, sarkan öğünler demek yine…
Buna bağlı ve bundan ayrı, ‘anlamlı-anlamsız’ pek çok nedenle pandemi- ye, pandemi ile içine girilen sürece; bu süreçte olup bitenlere ve olmaya devam edip de bir türlü bitmek bilmeyenlere söylene söylene hazırlanan bir kahvaltı sofrası...
Geceyi kestiği yerden güne kahvaltıyla veren bir parça...
‘Sertab Gibi’ ismini taşıyan albümden ikisinin de favorisi ‘İncelikler Yüzünden’.
İlan edilen uluslararası pandemi ve onun bir uzantısı olan ‘periyodik kapanma’ da iki kişilik ev halkı olarak girdikleri ruh hali bu parçadan okunabilir rahatlıkla. Sertab’ın akustiğini açarlarsa you tube’ dan, bu parçasız yapmazlar finali asla.
Çocuk sabaha kadar açık kalan pc’nin başına geçiyor ve duraklattığı yer nereye denk geliyor, sesi hoparlöre vermeden önce kontrol ediyor. Bakıyor ki, şarkı birazdan bitecek, saniyeler için sayıyor, en baştan alıyor…‘Bir otur bir kalk başlayamadın yemeye bırak bittiği yerde bitsin, geçsin listede ne varsa bir sonrakine’ diyor kadın…
Parçayı kadına armağan ettiğini söyleyerek çocuk, iki ara bir dere çiçekçiden aldığı papatyaları seriyor masanın sofradan arta kalan kullanıma açık köşe- sine. Gece ‘incelikler’le kapanmıştı, ‘incelikler’ le açılıyor böylece…
Devamında, yenecek olursa akşam yemeği, öncesinde ise bir ‘türk kahvesi’ içme isteği var, Rutini bozacak bir başka şey çıkmazsa ana haber bülteni başlayana kadar, market alış verişi bitecek ve bültenin başına, birer fincan ‘damla sakızlı türk kahvesi’ ile geçilecek .
Sessizlik olur kahvaltıdan sonra genellikle, akşam okunanlar gelir akla, onlar üzerine düşünülür, biraz da süzülür. Market alışverişi için anne, dörder günlük listeyi, özel ‘kavun sarısı kalem’iyle, ‘renkli a4 dosya kağıtları’ndan seçtiği bir tanesine yazacak.
Çocuk eğer bilinen sonuncudan sonra bilinmeyen yeni bir yağmalama olmadıysa bulduklarını hızla kapacak, eve dönecek ve o sırada kahveyi yapmış olan anne ile bültenin başına geçecek sonra da kendisinden geçecek…
Birlikte yine sohbet edecekler…‘Ali Kırca’nın, ‘Akşamüstü Yazıları’ adlı kitabını hatırlayacaklar birlikte ve yaptıkları sohbetleri ona benzetecekler.
Konu kitaptan açılınca Ali Kırca’ya gelecek, neden ekranda olmadığına ve gittiği komploya üzülecekler. Bazen bülten onların sohbetini kesecek, bazen de sohbetleriyle onlar bülteni…
Zamanında sabahlara kadar izledikleri ‘Siyaset Meydanı’nı ve tartışmanın o zamanki adabını uzun uzun konuşacaklar, onlardan hiç istenmese de bir arşivi nerdeyse yıl yıl açık bırakacaklar.
Şimdi ‘tartışma’ adı altında bir takım kanallarda akışa konan programla- rın aslında nasıl tartıştırmadığını, sadece öyleymiş gibi yapıp, ülkenin tamamını kendileri gibi sıfır numara salak sandıklarını söyleyip duracaklar.
Ali Kırca’ yı birden ve yeniden özleyecekler....Ayrıca önemli son birkaç sohbetlerinden bir tanesi olacak bu. Daha nicesi olacak önlerinde belki ama, bu on yılları bulmayacak öyle.
Geldikleri yerin bir bu kadarını vermeyecek hayat ikisine bir daha.
Henüz yaz, aylardan ‘Haziran.’ Sıcak bir Haziran günü için arzu edilen ama beklenmeyen bir akşam rüzgarı nereden yolunu buluyor bilinmiyor, bir anda çıkageliyor ve içerideki masada, içime hazır ‘türk kahveleri’, fırsattan istifade hemencecik balkona taşını veriyor.
Tam karşıdaki ‘Heybeli’ gibi durgun her ikisi de. Anne oğula bakıyor, oğul anneye.
TV’de, ‘19:00 Ana Haber Bülteni’ nin başlaması bekleniyor. Fox TV açılacak, ‘Fatih Portakal’ izlenecek. Çocuk bir koşu, ‘Şimdi İyi Haber- leri Veriyoruz’ u bulup getiriyor küçük odadaki kütüphaneden bulup çıkararak.
Birazdan başlayacak olan bülten kötü olacak çünkü; bari kitap iyileri versin ‘Kırca’ ile bir süre.
Bir yazı seçip annesine okutacak, onu ‘sesli kitap’ yapacak ve annesinin sesinden dinleyip, bültene kadar geçen süreyi bu şekilde değerlendirecek.
Kitabı açar açmaz içinden, Kırca’nın bir köşe yazısı çıkıyor ve geriden gelen rüzgarın yarattığı ters etki yazıyı havalandırıyor.
Rüzgardan aldığı destekle tepede yaptığı bir iki sağ-sol hareketi peşinden koşturacak ve tutmaya olanak bırakmadan havada boşluğa karışacak izlenimi veriyor. O anda kitabın arasından düşenin ne olduğu tam bilinmediği, tahmin edilmediği için küçük çaplı bir heyecan da yaratıyor.
Tam, kitabı kahve masasından beş-altı santim kadar yükseklikte açarak tutmuş olan annenin boyunu geçip iyiden iyiye çatıya uçmak için yükselecek oluyor ki buna yelteneceği sırada tutup çekiyor çocuk sol eliyle kendine...Bu bir makale.
Tesadüf o ki, yıllar önce bugün yazılmış olan bir makale üstelikte. Heyecanla kahvelerden bir yudum alınıyor ve okunmaya başlanıyor. Bir Haziran günü yazısı gazetede.
Yıl 2004. Yazan tabiğiki kitabın da yazarı olan Kırca. Geçen 18 koca yıl arada.
Gidenlerden ve onların ardında kalanlardan bahsediyor yazdığı yazıda. Bunu yazan olarak Kırca’nın kendisi de bir ‘giden’ bugün…
Artık ne gazetede okunabilir ne de ekranda izlenebilir. Ama ondan kalan, onun tarafından bugüne yazılarak bir bırakılmış olan; şimdi kadında ve çocukta.
Tam 18 sene öncesinden alınmış bir çıktı şu anda ve biri genç diğeri yaşlı olmak üzere iki okurunu dün gibi kucaklamakta...
‘Hatıralar da dal istiyor kuşlar gibi konacak’ diyor kadın çok sevdiği Oktay Rıfat’ tan olduğunu düşündüğü bir sözle. ‘Biz de şimdi Kırca’ya dal olduk öyleyse’ diye karşılık veriyor çocuk…
Kırca’ nın, Sabah Gazetesi’nde yazdığı dönem gazetedeki köşesinden kesilen ve kitabı çıkınca içine iliştirilen yazısı, bir not da taşıyor beraberin- de. Sol üst köşesinde hemen göze çarpan o not şöyle söylüyor: ‘Kitabın içindeki yazılardan biri.’
Oğluna her akşamüstü aynı saatte ‘sesli kitap’ olan anne, pandemide bir programa oturtmuş durumda bunu. Bu nedenle ‘radyo pandemi’ adını verdikleri bu etkinlik şaşmaz rutinleri ikisinin de.
Bu akşamki konukları uzun süredir ortalıkta gözükmeyen ‘Kırca’ olmuş oldu. Kırca’nın satırlarına hayat veriyor ‘ana haber bülteni’ anne, radyo frekans ayarları Dragos’dan alınan evde:
‘Hayat, akıp giden bir nehir gibi... Asla geriye dönüşü olmayan bir nehir. Bazen kıyısında durup seyredersiniz çaresiz. O gider. Bazen nehir sizsinizdir. Siz gidersiniz…’
Duruyor, az ötedeki denize bakıyor, okuduğu üzerine biraz durup düşünüyor.
Kıyısı mı bu satırlarda kendini yerine koyduğu yoksa giden mi…O an çok seçilemiyor…Devam ediyor okumaya kahvesinden bir yudum alıp:
‘Gün gelir kuruyunca görünür nehrin yatağı. Taşları, tümsekle- ri, inişleri, çıkışları, kederleri, sevinçleri sular çekilince fark edersiniz. Nehir kuruyunca...Saat durunca…’
Bülten başlıyor ve çocuk bu fırsatla ortamı saran duygusal havayı dağıtıyor televizyonu son ses açarak. ‘Hadi sonra okuruz’ diyerek annesinin elinden alıyor çocuk makaleyi.
Yine kitabın arasına koyuyor, kitabı da salondaki yemek masasının ucuna.
Balkonda, bakıp daldıkça, bi an adalara ve onu alan deniz dalgalarına karışan kadın doğrulur ve salona koltuğa oturur.
Kahvelerden birer yudum alınır alınmaz, o ses duyulur: ‘İyi akşamlar, ben Fatih Portakal. Türkiye’nin en etkili ana haber bültenine hoş geldiniz sevgili izleyenler.’
Kimsenin hoş bulacak hali yok tabi çünkü yine sırasıyla, ‘toplam test sayısı’, ‘toplam vaka sayısı’, ‘toplam vefat sayısı’, ‘toplam yoğun bakım hasta sayısı’, ‘toplam entübe hasta sayısı’ ve ‘toplam vefat sayısı’ veriliyor.
‘Türkiye Koronovirüs Tablosu’ bir gün öncesinden daha iyi sonuçlar sunmuyor ve yarınkiler de bugünkünden iyi olmayacak, hissedilebiliyor.
Havanın içinde olduğu söylenen salınım halindeki virüs için sokakta takılan maske balkonda da geçerli mi henüz bu bilinmiyor. Yüksek katlı ve balkonu olan binaların üst katlarında oturan ‘65 yaş ve üstü’ nü için psikolojik olarak, gezebilirliğe elverişli olduğu takdirde balkona çıkmalarına ve tur atarak hava almasına izin var.
Haber bülteninin bir yerinde, karşılıklı bakışma sona eriyor ve anne, oğluna, ‘bak şu an maskesiziz. Bütün bu olan bitenden hal diliyle anladığımız, balkonu olan evlerde kimsenin balkona maskeyle çıkmadığı.
Sokağa çıkınca soluduğumuz havayla balkona çıktığımızda soluduğumuz havanın ne farkı var?’ diye soruyor.
Çocuk annesine kalabalık ortamda, virüsü taşıyanlarla birlikte olduğumuzda korunmak için maske önemli diyor ama bu hava konusu ile ilgili olarak söylediği bir şey olmuyor.
Anne ‘evet öyle’ dercesine başını sallıyor ve devam ediyor: ‘Kapanma dedikleri tam olarak bizim dışarıyla yani virüsü yayan sokakla olan ilişkimizi kısıtlamak ve bu virüs havada olduğuna göre, -eğer ki öyleyse…-, ondan soyutlamak için mi?...’
Çocuk kesiyor kadının sözünü…: ‘Yoksa bizi birbirimize kapamak için mi anne?’ Sonuçta sosyal ortam sıklıkla dışarısı; yani sokak demek. Bunlar sokağı yasaklıyorlar. Sokakta yani dışarıda yapılabile- cek her şey de yasaklanmış oluyor bu şekilde bir kerede.’
Ciddiyetle dinliyor kadın çocuğu buraya kadar ve burasında atılıyor lafa: ‘En basitinden aile içi görüşmeler dahil buna. Bir yakınını görmek için evden çıkmak zorundasın ama şimdi video arama yapıyoruz bunun yerine whatsupla.’
Bizi bu ilişkilerden soyutlamak için mi acaba...’ Günlerdir devam eden ‘kapanma’ daha fazla düşünmeye, daha çok irdelemeye sevk etti ikisini de. Canlarını çok sıksa da, kaçıvermeyecekleri bir şey artık adı konmuş şekliyle ‘kapanma.’
Buna karşı geliştirecekleri şey bir direnç değil alışkanlık olabilir bu noktadan sonra.Sordukları deli sorular susmasa da onlar bültenin kalanı için balkon camından salona uzattıkları kafalarıyla tv karşısında sustular. Hem komik hem de acınası bu durum sona erene kadar bu akşamkinden daha farklı olmayacak yakın gelecek.
Bültenin sonuna doğru anne, ‘Fatih Portakal’ için yine her akşamki o çok bilindik tedirginliğiyle şöyle diyor neden sonra bozduğu sessizlikle: ‘bu adamın başına bir şey gelmez inşallah. Çok tehdit alıyor, hedef gösteriliyor dediği gibi…Yaptığı bir şey de olsa soru sormaktan başka…Adam soru soruyor ve ben bunların cevabını istiyorum’ diyor.
Kısa bir durup yutkunuyor ve sözlerini bu sefer çocuğa doğrultuyor: ‘sen de içeri atılmadın, şükür başına bir şey gelmedi ama ne kadar da yercilik-kişicilik-sistemcilik vs’cilik yapmadan, o hep dediğin meşhur üst bakış açınla yazsan da… (Biraz sessizlik)
Belli ki konu yine çocuğun yazılarına gelecek. Şu anda neden yazmadığına, geçmişte yazdığında neler olduğuna...Sessizlik sona eriyor ve gelmekte olan geliyor:
‘Bir sabah bir baktın, köşen yok yayında. Neden…Düşündüğün için, düşündürdüğün için. Yönlendirmesi gerekmiyor artık rahatsız etmesi için oğlum…Düşündürüyor olması yetiyor…Çünkü…(bu kez daha uzun süren bi sessizlik) çünkü en çok bu istenmiyor…’
Haklıydı çünkü ilk seferinde, hiç bir katma değer üretmeyen, son derece sıradan bir ‘instagram fenomeni’ nin, sosyal paylaşım sitesi; ‘instagram’ da, ‘çocuk’ları duygusal yönde ‘istismar’ eden paylaşımlarını ele aldığım bir yazı sonrasında gitmiştim güme.
16 ayrı avukat tarafından aranmıştı hemen o gün yazdığım gazete. Beni arayan 5’i ni saymazsak eğer ve bu beş, diğer 16’nın içinde yer almıyor hiçbir şekilde.
İkincisinde ise ‘Yüksek Seçim Kurulu’ ile ilgili olarak kaleme aldığım ‘24 Haziran Seçim Sonuçları’ yazısı nedeniyle!
Yazı yayılandıktan tam bir hafta sonra, ‘Cumhurbaşkanlığı İletişim Ofisi’ tarafından siteye gelen ihtar can sıkıcıydı gerçekten de:
‘Hitap ettiği seçkin kitle bizi ilgilendirmiyor. Oldukça yüksek okunma oranlarına sahip ve bizi sadece bu ilgilendiriyor. Dikkatli olması gerekiyor.’
Hal böyle olunca site, söz konusu yazıyı değil, komple köşeyi yayından kaldırdı ve sorun böylece çözüme kavuştu.
‘Gezi Hareketi’ kapsamında ‘Gezi’ nin iki ayrı yıldönümü için kaleme aldığım ‘özel anma yazıları’ nedeniyle yaşadığım büyük sıkıntıyı saymıyorum bile.
Bir büyük mücadelede parktan sonra gazete sütunlarda verildi ölesiye.
Her şey gözümün önünden geçiyor annemle konuşurken yeniden. Tv’de sunduğu ana haberle ‘Fatih Portakal’, masada yazdığı kitapla ‘Ali Kırca’.
‘Kırca’ neyi yanlış yaptığı için yok, ‘Portakal’ neyi doğru yaptığı için orada? Ben peki? Hangisi gibiyim daha çok şu anda? Bunun dışında...
‘Kırca’nın yerine biz Portakal’ ı koyduk mesela. Peki bir gün ‘Portakal’ olmazsa onun da yerine koymak için birini bulabilecek miyiz kolaylıkla?
Ben uzun uzun düşünüyorum ve neden sonra annem devam ediyor kaldığı yerden:
‘...Tamamen seçkin bir okuyucu kitlesine hitap ediyordun, hükümeti rahat- sız eden yaygın muhalif yazar grubuna çok girmiyordun ama savunduğun evrensel değerler vs, biliniyordu be oğlum...Bu da rahatsız ediyordu…’
Anneme baktım ne diyeceğimi bulamadım. ‘Doğru’ desem azdı, ‘haklısın’ desem az.
Durum buydu ve belki de çok fazla başka bir şey aramak anlamsızdı. ‘Vedalar sonlara gebe değil’ di elbette ama yorulmuştum ben de.
Lise yıllarında yapmaya başladığım ‘aktivizm’i, yazarak yaptığım zaman- lardı o dönem gazetede. Söz dinlemezdim. Bir şeyin yazılması gerekiyorsa yazılırdı ve sonuçlarına da katlanılırdı ama ağır sonuçlar doğurmaya başlamıştı ve katlanmak artık yaşadığın her gün yeniden canını bağışlamaktı. Buna ne ben ne de beni sevenler dayanırdı.
Bir akademisyeni zehirlediği için adli tıbba giden portakaldan, Ajda Pek- kan’ın büyük İstanbul konseri’ne, Yasaklanan açıkhava yoga kampla- rı’ndan, yerel ve genel seçimlere, Times’a kapak olan tereyağından, Kabe’de devrilen vinç’e, 1 Mayıs’ a, Gezi Direnişi’ne kadar çok geniş bir konu aralığında yazıyordum.
‘Hayattan Biraz’dı o zaman köşemin adı. Yazmak benim için; hiç susma- mak ve sürekli konuşmak demekti o zaman...‘Susmak’ ve ‘hiç bir yolla konuşmamak’ demek oldu sonradan...…
Görsel: Martin Luther King Jr.
Sonra...Yazı hayatıma başladığım ilk gün, yazıma omurga yaptığım, çok saygı duyduğum, üzerine çok okuduğum, 55’ten 1968’deki suikastına kadar ‘sivil haklar hareketi’ nin en önde gelen liderlerinden biri olan Amerikalı Baptist Papaz, Aktivist ve Siyaset Filozofu Martin Luther King Jr’un o sözü bir baş tetikçi oldu yazmaya yeniden başlamak için bana: ‘Zaman gelir sessizlik ihanet olur.’
Daha fazla ihanet edemez oldum bende kendime…Yeri geldi sözle oldu bu yeri geldi yazıyla. Aklımdakileri döktüğüm yer nereye uygun ise orayı ağzım yaparak. Geçen bu süre içerisinde olanlarsa…
Annemi pandemide kaybettim; geçirdiği ani bir kalp krizi ile. O artık yok ama hayat onu canından etse de o, bu yazıda olduğu gibi bana bir can veren yine.
Tabi, annemden sonra hiç bir şey eskisi gibi olmadı ‘pozitif’/’negatif’ ve ‘nötr’; her ne şekilde alınırsa öyle. Ondan geriye kalan ben, kaldığım yerde devam edemedim kendime.
Başka ülkelere gidip yaşadım, hayatta almam dediğim kararları aldım, aşık oldum, sarhoş oldum, kendimden bir aile kurdum ve beni olmam için bekleyen şeyin kendisi oldum…
Bazen hiç bir şey yapmadım, bolca uyudum…Tutmadıkça beni tutan yasları tuttum, o yaslara fazla yaslanınca yaşamayı unuttum…Fark edince hatırladım ve kaçıp gidenleri kovaladım.
Bir yerlerde bıraktıklarımı o yerlerde bulabildiysem yeniden kucakladım. Değişen değer yargılarımla tanıştım; kabul edebildiklerimle el sıkıştım, edemediklerimden bazılarını eledim, bazılarına ise zaman tanıdım…
Ve bugün, Gündem’de yeniden başladım…Bu sefer köşemin adı; ‘Sahneden Biraz.’
Sizlerden, bir veda yazısı bile yazamayacak kadar apar topar ayrılmayı zorunlu kılan o günden bugüne az buz şey olmadı anlayacağınız hayatımda.
En azından yüksek okunma oranlarına ulaşılmış günler hatırına, bir ‘hoşçakalın’ demeyi gerekli kılmalılardı bana ama…
Aslında bu sizlerle bir ‘buluşma’, bir ‘merhabalaşma’ yazısı daha fazlası gerekmez ama ben ne yapıp edip gerektirdim bir şekilde.
Annemin, onunla geçen koca bir pandeminin ve inceliklerimizin üstünden geçmem gerekti önce…Annem o gece yatarken, ‘seni şimdi sosyal medyada okuyoruz ama bir gazete köşesinde okumak da çok güzel biliyorsun değil mi’ demiş ve eklemişti:
‘Tekrar yazacak olduğunda lütfen ülke gündemi ve siyasetle ilgili yazma. Bu ülkede olduğun sürece yazma…’İtiraz etmez bir halim vardı. O da bundan aldığı güçle devam etti: ‘Sen evrensel değerleri savunsan da çoğunluk yerel. Tabi böyle diye de sen hiç bir zaman yerel kalma…’
Bunu söylerken, şefkat doluydu ama yansıttığı bununla karışık ürküyor da oluşuydu. Ya yine aynı şeyler olursa…
Ya beni bi anda her şey yapan o yazılar birden aldığı bir hızla bir hiçbir şey yaparsa…‘Yakında tekrar başlamayı düşünüyorum’ dedim...Derin ve uzun süren bir sessizlik oldu.
Durduğum ve sustuğum o anlarda içimden kendimle konuşuyor ve gerçekten tekrar başlayıp başlayamayacağımı soruyordum...
‘Başlarsın’ diyordu içimden bir ses: ‘Kültür sanat yazarsın, orada bağlarsın neyi nereye istersen yine…
Bir şeylerin yeri gelir yine; getirirsin merak etme…’
O gece, pudra ve bebek mavisi renklerindeki ‘balonlu’ geceliği vardı, annemin üzerinde. İçlerinde en sevdiğim...Deseninde balonlar tutan küçük bir kız çocuğu olduğu için, ‘balonlu’ diye bir isim vermiştim.
Her giydiğine bir isim takan ve hikaye yazan benden, bundan farklı bir hareket beklenemezdi ama böyle olması benim olduğu kadar onun da çok hoşuna giderdi.
Ana haber bülteni bitti, Ali Kırca’ nın yarım kalan makalesi bitirildi, yemek, aparatif sayılabilecek şeylerle geçiştirildi, internetten ‘Masumlar Apartmanı’ nın son bölümü izlendi, günün ikinci kahveleri pişirildi ve yatağa her zamankinden biraz daha erken gidildi.
Annem balonlu geceliğini ne zaman giyse hafiflerdi. Neden sebep, onu öyle gördüğümde o balonlardan biri gibi hafif hissederdim ben de.
Gecelikteki balonlu kız çocuğu, annemin küçüklük fotoğraflarından birine bire bir benziyordu...Bunu ilk farkettiğimiz an o yüzü nasıl da gülüyordu. Nereden bulmuştu bu geceliği, bu nasıl olmuştu?
Neden öyle hissettiğimi bilmiyorum ama ne zaman o geceliği giyinse, o küçüklük hali geri geliyordu ve fırsattan istifade yaşı da bedeni ile küçülünce, ileriye değil geriye sayan yıllara tebessüm ediyordu.
Annemin uyurken bana bugünler adına fısıldadığı, ‘bir daha siyaset yazma ama ülke yerel diye sen de yerel kalma’ sözleri aklımda.
Başımı sallayıp içimden ayrı dışımdan ayrı onayladığım o sözlerinden sonra öpmek için yanına gidip yanağına doğru eğildiğimde, notlar alarak okuduğu gazete yazılarımı buldum başucunda.
‘...Çünkü çok güzeller tekrar okunmayı ve üzerine düşünmeyi hak ediyorlar’ dedi sağ eliyle yüzümü okşayarak.
Fark ettiğimi fark etmişti…
Böyle bir kadındı o; çok inceydi. İnce biri olmaktan hiç kaçınmadı yaşamı boyunca.
Şimdi yeri değil diye girmek istemem ama hep ‘incelikler yüzünden’ geldi ne geldiyse başına...
Bence zaten, ‘ince olmak’ herkesin edinebileceği bir huy değil ve daha çok annem gibi kadınlara yakışıyor bu hayatta.
Beni görece yeni tanıyıp ince bulanlar olduğunda, ‘siz öylesinizdir o yüzdendir’ diyorum, çünkü ‘ince olmak’ bende en asgaride!
Belli bir düzeyde kullanıyorum ve bir başkasına kalanı olmuyor çünkü çok çabuk tüketiyorum.
Anneme, ‘yakında tekrar yazmaya başlıyorum’ dedikten sonra hemen yazamadım.
O cümlenin içinde geçen ‘yakında’ maalesef görebileceği kadar yakın olmadı ona.
Pandemiyi içine alan ilk yeni yılda, yeni yıla iki-üç gün kala kaybettim onu. Bu yüzden, pandemiden; onunla geçen pandemiden seçtiğim özel bir günü aldım yazıya.
Özellikle o günü seçmemin nedeni, annemin ben ve yazı hayatım hakkında, ölmeden önce son kez fikir beyan etmiş olması aslında.
Annem hayatta değil ve artık beni okuyamayacak ama bana kalırsa bu o kadar da büyük bir sıkıntı değil çünkü o, yaşarken sadece yazdıklarımı değil komple beni okumuştu.
Sıkıntı tek şu: ‘I wish there was a way to know you’re in the good old days before you’ve actually left them.’
Türkçesi ile; ‘Keşke onları gerçekten terk etmeden önce eski güzel günlerde olduğunu bilmenin bir yolu olsaydı.’ Aktör Andy Ber- nard’ın bir sözü.
Annem, sosyal medyada karşımıza çıkan anlamlı sözleri not alırdı.
Kitap gibi olmadığından, unutmamak, tekrar dönüp bakmak için bunu dü- zenli bir şekilde yapardı. Özel bir defter edinmişti bu sebeple kendine.
Kelebekleri çok sevdiği için kapağında kelebekler olan bir defter satın almıştık rast gelince birlikte.
Bernard’ın bu sözü yazdığı son sözlerden biri oldu, o deftere.
Annem de ben de çok severdik Bernard’ ı. ‘The Office’ i açıp az izlemedik pandemide.
Malum, en ihtiyaç duyduğumuz şey ‘gülmek’ ti o günlerde.
Bunun dışında, her şey yolunda!
Birlikte güzel bir sezon geçirelim; ‘konser’le,‘oyun’la, ‘performans’ ve benzeri bir dolusuyla...
Kovalayalım ve yakalayalım, nerede ne ‘event’ varsa! Beni okuyacaklara, an itibariyle ‘sanat’ dolu bir ‘merhaba!’
Ve son olarak anne...Kapanış tamamen seninle. ‘Hatıralar kuşlar gibiydi’ hani...
‘Dal isterlerdi konacak.’ O gün, ‘Ali Kırca’ ydı bunu isteyen, bugünse sen...
Bu nedenle sana, seninle biriken onca hatıraya, ‘teşekkür’ün ve ‘minnet’in en kocamanıyla!
YAZI BİTTİ VE ÇOK İYİ BİL Kİ: Bu yazı için hiçbir pr ajansından, sosyal medya danışmanlık ve/ya da menajerlik hizmeti şirketin- den para alınmamış, yine bu yazı,yazıda bahsi geçen sanatçı ile köşe ara- sında direkt bağlantı kurabilecek kişi ya da kişiler aracılığıyla, sanatçının ilgili event öncesi oluşan veyahut da oluşacak olan isteği sonucu karşılıklı bir anlaşma sonucu kaleme alınmamıştır.
Aksini düşünen ya da bir nedenle bu şekilde düşünmeyi kolayı haline geti- ren, bunu ispat etmediği takdirde bulunduğu iddiayı ‘ben öyle düşünü- yorum ama tatlım’ dan öteye götüremeyeceği için, Sahneden Biraz’ın, ‘bağımsız’ ve ‘alternatif’ yapısı altında hukuktan önce kalmış ve böylece ilk cezayı almış olur!
!: Bu çalışma, sanatçı Emma Connoly’nin, Sahneden Biraz’ın, ‘köşe kapanış duvarı’ için yaptığı özel çalışmasıdır.
SAHNEDEN BİRAZ VEDASI:
“Hayata dil çıkar ve dilin içeride değil dışarıda ver ayar. Yer, zaman, mekan ve durum her ne olursa olsun, motton bu olsun. Kafana da benim gibi, ‘şapka’ dışında başka hiçbir şey takma!” Bir sonraki yazıda buluşana kadar geçecek olan süre zarfında,‘az öl-çok yaşa’ ve sanatı kafala!
Ares Kıvanç D.