1944 doğumluyum. İkinci Dünya Savaşı’nın şiddetle sürdüğü yıl. İnönü Hükümeti iktidarda. Köylülerin çok yoksul olduğu, salgın hastalıklarının çocukları kırıp geçirdiği bir dönem. Hayatta kalanlar için ufukta parlak bir gelecek görülmüyor.
30 hanelik mahallemizdeki mescitte açılan “mektep”e 6 veya 7 yaşında başlamış olmalıyım. Taşçı ustası babam, köyde miydi yoksa dışarıda çalışıyor muydu, bilmiyoruz. Annem okuma yazma bilse ve günlük not tutma alışkanlığı olsa, muhtemelen yatsı namazını kıldıktan ve yarın sabah pişireceği mısır hamurunu mayaladıktan sonra yatmadan önce defterine şu notu düşerdi.
“Ali bugün mektebe başladı. Ona saman yapraklı bir defter almıştık. Kurşunkalemi de ikiye bölüp yarısını verdik. Eline de bir odun tutuşturup mektebe gönderdik.”
Bu notta “Ali” ben olacaktım. Annem bana bebekken kaybettiği babasının adını vermiş. Babam nüfusa adımı Zeki olarak kaydettirdiği halde, bunu ondan başka kimse bilmiyordu. Ben de ilkokula başladığım yıl nüfus kâğıdım kayıt için öğretmene verildiğinde öğrenecektim.
Mektebe başladığım tarih, 1949-1950 yılları olmalı. Mahalle mektebi, İnönü Hükümetinin tek partiden çok partili hayata geçerken açılmış bir okul değil. Bizden önceki kuşakların anlattığına göre köyde Millî Eğitim İstatistiklerine girmeyen, resmî belgelerde sayısı yer almayan mektep her zaman olmuştur. Kaçak eğitim yaparlarmış. Jandarmanın geldiği görülünce ellerindeki cüz ve Kur’anları döşeme tahtalarının altına gizler, kaşla göz arasında dağılırlarmış. Jandarmanın suçüstü yakaladığı hocaların karakola götürüldüğüne ilişkin anılar da var.
Ben üç yıl devam ettiğim ve Kur’anı iki kere hatmettiğim mektebin baskına uğradığına hiç tanıklık etmedim. 1950’li yıllarda hükümetin mektebe göz yumduğu anlaşılıyor.
O tarihlerde köyde ve ona komşu olan beş köyün hiç birinde öğretmen yoktu. İlk kez 1954-1955 öğretim yılında bir vekil öğretmen, ertesi yıl onun yerine Köy Enstitüsünün son yıllarında okumuş bir öğretmen gönderildi.
HOCALIKTAN ÖĞRETMENLİĞE
Mensup olduğum sülalenin geleneğinde ilmiye sınıfına mensup olmak gibi bir gelenek vardı. Atalarımızın babadan oğula geçerek kadılık yaptığı bilgisi var. Sülale adının “Sarıkadıoğulları” olması, köy içinde mahallemize “Kadıyanı” denmesi bu söylentiyi güçlendiriyor. Dedem ve altı kardeşinin lakabı “Hoca”dır. Aileden birinin Fatsa Medresesinde müderrislik yaptığını biliyoruz. Dolayısıyla sülale, geç Osmanlı döneminde okumanın değerini anlamış, Cumhuriyet dönemine de uyum sağlayarak bu geleneği devam ettirmiştir. Müderristen sonra iki kişi rüştiyeyi (ortaokulu) bitirerek 1930’larda Fatsa adliyesinde kâtip, daha sonra davavekili olmuşlar ve Fatsa ileri gelenleri arasında yer alarak rakip iki partide (CHP ve DP) birbirlerine karşı politika yapmışlardır.
1930’lu yıllarda doğan bazı çocuklar da gene akraba yanında ilkokulu bitirmişler, bunlardan üçü İlköğretmen okuluna giderek öğretmen olmuştur. Ben de ilkokula Kumru ve Fatsa’da akraba yanında başlamış ve köyde okul açıldığında oraya nakletmiştim. Benim kuşağımdan başlayarak köy çocukları içinde okuyanlar çoğaldı. İlkokuldan sonra okuyan kız çocuklarının kapısı ise 1 yıllık ebe okulu olmak üzere 1960’ta açıldı.
Biraz geriye sararak 1950’lerdeki mahalle mektebindeki eğitim hakkında bilgi vermek isterim.
Bütün köylüler, çocuklarını mahalle mektebine gönderirlerdi. Burada kız ve erkek çocuklar hocanın çevresinde yarım halka olarak otururlar, bağıra çağıra cüzdeki sureleri ezberlemeye çalışırlardı. Sırası gelen hocanın önüne diz çökerek ezberini veya cüzden okur, hoca “geç” derse sonraki konuya çalışmak üzere yerine geçerdi. Duvarda asılı bir falaka olurdu. Dersini ezberleyemeyenler değil de yaramazlık yapanlar falakaya çekilirdi. Yere yatırılmış talebenin çıplak ayağına sopa ile vuran da başka bir öğrenci olurdu. Ben uslu bir öğrenci olduğumdan hiç falakaya yatırılmadım.
Mahalle Mektebinin iki amacı vardı. Namaz kılmayı ve namazda okunacakları, Kur’anı yüzünden okumayı öğretmek, bu arada İslam’ın ve imanın, namazın, abdestin guslün farzları ezberletmek, öte yandan yeni yazıyla okuma yazma ve hesap yapmayı öğretmek. Bu nedenle köy çocuklarının ilk öğretmenleri ilkokul öğretmenleri değil, mahalle mektebi hocalarıdır.
Hocalar, bir öğretim yılı için ücret karşılığı tutulurdu. Köyde oturmayan mektep hocalarının yemeğini köylüler sıra ile götürürler, öğretimin belirli aşamalarında kendisine börek gibi hediyeler gönderilirdi.
Mahalle mektebini bitirdiğim 1953 ilkbaharında okumayı, yazmayı, dört işlemi öğrenmiş bulunuyordum. O yılın sonbaharında, okul yaşım geçmekte olduğundan 9 yaşımda Kumru’da ilkokula yazdırıldım. Benden yaşları daha büyük olanlar, ertesi yıl köye vekil öğretmen geldiğinde sınavla ikinci sınıfa kaydedilmişler. Üçüncü sınıfta köye dönerek ilkokulu onlarla birlikte bitirdim. O yıl mezun olanlar sekiz kişiydik. Dördümüz toprağa girdi.
Mektep olarak kullanılan mescit, girişte her gün odunları bıraktığımın bir aralık ile derslerin yapıldığı ve namaz kılınan iki odadan ibaretti. Odanın ortasında soba yanar, yanında hoca postu üzerinde otururdu. Teneffüs yerine tuvalete gidecek öğrenci kapıdaki “boş”-“dolu” tahtasını çevirerek dışarı çıkardı. Hocanın elinde daima uzun bir sırık bulunur, uyarmak istediği öğrencilere onunla “dokunur”du. Hocamız uzun yıllar köyün camisinde Cuma namazlarını da kıldırdı ve Diyanetten gelen hutbe metinlerini okudu. Son yıl başka köyden gelen bir hocada okudum.
ÜZERİNDE DURULMAMIŞ BİR KURUM
Anlattığım bu mahalle mektepleri üzerinde eğitim tarihçileri ve anı yazarları yeterince durmamışlar, bunları modern eğitim karşısında geri ve öğrencilere gericilik aşılayan birer kurum olarak değerlendirmişlerdir. Ancak bizim mektepte hocanın siyasi bir sözcük kullandığını hatırlamıyorum.
Köylüler açısından mahalle mektebi çocukların Kur’an okumayı, yeni yazıyı, hesabı öğreneceği bir kurumdu. Yani yeni okulun ulaşamadığı köylerde geleneksel yöntemlerle eğitim yapan birer eğitim kurumuydu. Bu okullar olmasaydı, ilkokul açılıncaya kadar, geçmiş kuşaklar okuma-yazma öğrenmemiş olacaklardı.
NE YAPILABİLİRDİ?
Cumhuriyet hükümeti, sorunu, bu kurumları yasaklamakla çözmek istedi ancak bu toplumsal gerçeklere ve ihtiyaçlara aykırıydı. Yasak kararı ve bunun uygulanması da köylüler üzerinde çok uzun yıllar silinemeyecek bir kötü iz bıraktı.
Yeni bir ayakkabı almadan eskisini çıkarıp atmak nasıl insanları yalınayak bırakacaksa, yeni okulu göndermeden eskisini yasaklamak, eğitimde daha kötü sonuçlar doğurabilirdi. Yapılması gereken, buralarda görev alan hocaları belirli süre bir kurstan geçirmek, onlara modern eğitim usullerini, çocuk psikolojisini ve belki basit hayat bilgilerini öğretmekti. Cumhuriyet böyle bir görevi, 1936’da Eğitmen Kurslarını açmaya başlayarak hatırladı. Daha sonra bu sistemi geliştirerek 1940’ta Köy Enstitülerini açtı. Ancak Türkiye’nin 40 bin köyü vardı ve buralara öğretmen yetiştirmek uzun zaman alacaktı. Ayrıca Enstitülü sisteminde basit din eğitimi bile olmadığından mahalle mektepleri köylü gözünde bir ihtiyaç olmaya devam etti. Öğretmeni olan köylerde yaz Kur’an kursları faaliyet göstermeye devam etti. Ancak bunlar Türkçe okuma yazmayı okullara bırakarak yalnızca Kur’a okumayı öğretmeye devam ediyorlar.
Çözülememiş bir sorun olduğu ortadadır. (12 Aralık 2021)
zekisarihan.com
(İlk aile fotoğrafından, 1952)