“BENİ ARTIK ARAMAYIN!”

Zeki SARIHAN

                                                             Hayatı Hakikiye Sahneleri-39

Toplumsal mücadele hep aynı tempoda ilerlemez. Kitlelerin cesaretini artıracak olgular belirdiğinde birçok insan bundan geri kalmamak için saflara girer. Dalga geri çekilmeye başlayınca bazıları saflardan ayrılarak sessizce bir sokağa sapar ve izini kaybettirmeye çalışır. Bunun nedeni gelmekte olan beladan kendini koruma güdüsüdür. Bu, diğer canlılarda olduğu gibi insanlara da özgü bir durumdur. 

Şu sıralarda kitleler böyle bir ruh hali içindedir. Ülkede şiddet ve baskı ortamı yaygınlaşıyor. Türkiye halkı toptan sağa kayıyor ya da tehlikeyi sezmiş kaplumbağa gibi içine çekiliyor. 

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da böyle olmuştu. Birçok devrimci, safları terk ederek kendisinin görülmeyeceği kuytu ortamları tercih etmişti. Benim gözlemime göre bu cayma işi en keskin sloganları atanlar arasında daha çok görüldü. 

Ocak 1980’de Kenan Evren darbesinden 9 ay önce yayın hayatına atılan Öğretmen Dünyası’nın mücadeleci bir kadrosu vardı. Ne var ki, darbeden sonra herkes bu direnci gösteremedi. Birçok örneği var ama bunlardan yalnız üçünü anlatacağım.

Kalabalık bir lisede Edebiyat öğretmeniydi. Eylül 1980’e kadar yazı kurulu üyesi idi. Sonra semtimize uğramadı. 1982 yılında ona sokakta rastladım. Birbirimize hal hatır sorduk. Dergiyi çıkarmaya devam ettiğimizi söyleyince “Siz hâlâ öyle boş işlerle mi uğraşıyorsunuz?” demez mi? Başımdan kaynar sular döküldü! Bir insan kendisinin de emeği geçmiş en haklı bir idealin dergisini nasıl böyle niteleyebilirdi?

İkinci örnek, Halk Eğitim örgütünde çalışan bir arkadaşımızdır. Derginin Temmuz 1980 tarihli sayısında yayımlanan diğer iki arkadaşıyla birlikte kaleme aldıkları “Okuyucu Mektubu”nda derginin “geri bir bilinç düzeyi ile uzlaştığını” “mücadele ruhunun zayıf olduğunu” ileri sürüyordu. Bu arkadaşımız Mart 1982’de Yazı Kuruluna seçildi. Eylül 1983’e kadar bu görevini yürüttü. İstanbul’a atandı. Oradan yalnızca bir mektup yazdı.


Ondan sonra selamı sabahı kesti. Bizim arkadaş sanki yer yarıldı da içine girdi! Başına bir hal mi geldi diye merak etmeye başladık.

NE OLDU SANA ARKADAŞ? 

1984 yılı Aralık ayı başında bazı işlerim için İstanbul’a gidince bu arkadaşı da arayıp bizimle bağının neden koptuğunu öğrenmek istedim. Kendisini Kadıköy Halk Eğitim’inde görevi başında buldum. 

“Senden bir haber alamıyoruz. Merak ettik, neden böyle oldu?” diye sordum. 

Yanıtı dört  kelimelikti: “Lütfen artık beni aramayın!” Aradan 32 yıl geçti, onun ne yüzünü gördüm ne de herhangi bir vesile ile adını duydum… 

Üçüncü örnek gene bir yazı kurulu üyemizle ilgili: 1980’de dergi kurulduğunda yazı kurulu üyesiydi. Sessiz sedasız bir arkadaştı. Dergideki görevi sürerken haftalık yazı kurulu toplantılarına gelmemeye başladı. Bir değil, iki değil, haftalarca gelmedi ve herhangi bir mazeret bildirmedi. Sözlü veya iki satırlık bir yazı ile Yazı Kurulundan istifa ettiğini bildirebilirdi. Bunu bile yapmıyordu. Devamsızlığından ötürü 20 Mart 1982’de görevini sonlandırdık. 

Onunla yıllar sonra okulları ziyaret ederken çalıştığı okulda karşılaştım.  Müdür yardımcısı olmuştu. Ayrılış konusunu sormadım. Ancak 32 yıl sonra Ocak 2014’te Ankara’da kitap fuarında bir kez daha karşılaştım.  “Yahu neden haber vermeden ayrıldın?” diye sormadan edemedim. Açıklayıcı bir yanıt alamadım. Birbirimizi özlemişiz. Birlikte bir fotoğraf çektirdik! 

Muhtemelen, önümüzde böyle bir süreç var. Birbirimizi karanlık dehlizlerde kaybedeceğiz. 

Hele Şam’daki Emevi Camiinde Cuma namazını bir kılalım ve başkanlık sistemine resmen de girelim…

Karanlıkta birbirimizi kaybetmemek için birbirimin elini sıkı sıkı tutalım. Gelecek güzel günlerin sevincine ortak olmak için…

Sultan Süleyman’a kalmayan dünya bu günkü iktidar sahiplerine mi kalacak? (16 Aralık 2016)