DİLE GETİRİLMEYEN GERÇEKLER

Zeki SARIHAN

 

 

 

 

 

Tek Parti Dönemi tartışması nerden çıktı? CHP’nin Tek Parti Dönemi ile özdeşleştirildiği için iktidara gelecek kadar oy alamadığı gerçeğinden. Bu saptama ile bazı okurların ilk kez karşılaştığı anlaşılıyor. İçlerinden bazıları bunu benim de ilk kez yazdığımı sanıyorlar. Tek Parti Dönemi tartışmalarında görüşlerimin yeni olmadığını anlatmak için bir belge sunuyorum.  Aşağıdaki yazı bundan 12 yıl önce Öğretmen Dünyası dergisinin “Can Dündar’ın “Mustafa” Filmi Vesilesiyle Dile Getirilmeyen Gerçekler” başlığı ile yayımlanan iki sayfalık başyazının ikinci sayfasıdır. Yazının ilk yarısında Can Dündar’ın 29 Ekim 2008’de gösterime giren “Mustafa” filmi üzerindeki tartışmalara ve Atatürk’ün Türkiye tarihindeki olumlu yerine değinildikten sonra, ikinci kısmında Mustafa Filmi ve onu eleştirenlerin dile getirmediği gerçekleri anlatıyor. Yazı beş kişilik Yazı kurulunda 22 Kasım 2008 günü okundu, derginin kuralları gereği kendi yazım hakkında oy kullanmadım. O zamanki diğer dört yazı kurulu üyesi Nazım Mutlu, Aydın Karataş, Şahver Karasüleymanoğlu, Özden Yılmaz Bilgin yayımlanması yönünde oy kullanmışlardır.

                                                           *

… Fransız İhtilali’nin etkisiyle Tanzimat’tan beri Aydınlanma süreci yaşayan Türkiye toplumu, paranın imparatorluğunu ve değerlerini reddetmek zorundadır, ancak eski kahramanlar döneminin kalıplaşmış ve ezberlenmiş değerleriyle de idare edemez. Çünkü onun elinde bilim gibi gerçeğe dayanan, tahlilci, doğrulara götüren bir araç vardır. “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” insanlar olmak zorundayız.

Mustafa filmi tartışmasında üzerinde durulacak en önemli konu, Atatürk’ün özellikle ömrünün son yıllarında Çankaya’ya (ve bu arada Dolmabahçe’ye, Yalova’daki sayfiyeye) kapanması ve yalnızlaşmasıdır. Birçok Kemalist yazar tarafından da daha önce yazılmış bu durumun çok önemli ve mutlaka irdelenmesi gereken tarihsel nedenleri vardır.

Atatürk neden yalnızlaşmıştır?

Bu, aslında yalnız onun değil, Türkiye’yi yöneten Cumhuriyet bürokrasisinin başına gelen bir durumdur. Kurtuluş Savaşı yıllarında, vatanın kurtuluşu için gerçekleştirilen geniş cephe, bu savaştan sonra dağıtılmış, iktidarı ele geçiren bürokrat burjuvazi, yalnız önder kadrolar içinde yer alan bazı şahıslardan kurtulmakla kalmamış, halk kitlelerinden de adım adım uzaklaşmıştır. 1922 yılı Eylül başlarında ordunun kesin bir zafer kazanacağı anlaşılınca, zamanın başbakanı Rauf Bey, Türkiye Halk İştirakiyun Partisi mensuplarını çağırarak artık örgütlerini ve yayın organlarını kapatmalarını istemişti. Yeni rejimin artık emekçilere ihtiyacı yoktu! Yakup Kadri de Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni seçkin sınıfın batı özentili yaşamını ve halktan nasıl koptuğunu “Ankara” romanında yetkinlikle açıklar.

Siyasi mücadele, bir paylaşım kavgasıdır. İktidarı ele geçiren bu yeni sınıf, köylülere yüklenmiş, ağır vergi ve angaryalardan yaratılan zenginlik esas olan iktidardaki sınıfın mensuplarının refahı için kullanılmıştır. Emekçi sınıfların hak kavgasında bulunmasını önlemek için de onların örgütlenmesi yasaklanmış, Türkiye daha o zaman bir soğuk savaş dönemine girmiştir. 1936 da İtalyan ceza yasasından Türk Ceza Yasası’na ithal edilen ve sınıf mücadelesini yasaklayan 141 ve 142. Maddeler bunun hukuki belgesidir.

Tek Parti Dönemini bir cennet olarak gören anlayışlar, kent burjuvazisi içinde köklü olarak yerleşmişse de, köylüler ve kent yoksulları bu kanıda değildir. Nitekim daha 1930daki Serbest Fırka denemesinde, halk kitleleri liberalizme eğilim duyan politikacıları bir kurtarıcı gibi karşılamışlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra girilen yeni dönemde de Demokrat Partiye akmışlardır. Türkiye’nin bugünkü siyasi tablosunun temelleri tek parti döneminde atılmıştır. Türkiye’yi yönetenler, 1923–1950 döneminde, liberal partilerin yasaklanmasını bir kusur olarak görürken, emekçi örgütlerinin yasaklanmasını bir hak olarak görmüşlerdir. Şimdi bile aklı başında birçok insan böyle bir şeyi dert edinmemektedir!

Tek parti iktidarı, o kadar denetimsizdir ki, onun başında olan Atatürk bile bundan sıkılarak Meclis’teki milletvekillerinden bir kısmını ayırmış, iktidarı eleştirebilmeleri için bağımsız bir grup oluşturmayı denemiştir. Ne var ki, onlar ve sofranın müdavimleri yalnız her gün Atatürk’ün büyüklüğünü yüzüne söyleme yarışından başka bir şey yapmamışlardır!

1946 yılına gelindiğinde, Atlantik ötesinden güç alan bir siyasi hareket, CHP’nin elinden iktidarı almaya soyunduğunda ve 1950’de de dizginleri ele aldığında, CHP çaresizdir. Yalnızdır. Oysa iktidarı döneminde halk kitleleri, işçiler, köylüler, esnaf, kendi sınıf partileri içinde örgütlenme olanağı bulabilselerdi, hatta bizzat CHP’nin kendisi bunu özendirseydi, Türkiye’de geniş bir yurtsever halk cephesi oluşurdu ve DP’ye iktidarı kolay kolay vermezdi. Değil bu örgütleri kurmak ve desteklemek, 1946’da kurulan iki sosyalist parti İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılmıştır.

İşte bu bürokrat burjuva sınıftır ki, üst yapıda bazı devrimler yaptıktan sonra “yeter, buraya kadar!” diye düşünmüş, köylüyü toprağa kavuşturmak bir yana, toprak ağalarıyla işbirliği halinde, devleti yönetmiş, yeteri kadar zenginleşince de dümenini batı emperyalizmine doğru kırmıştır. 1940’ta bir aydınlanma ve köyde üretimi arttırma projesi olarak uygulanmaya başlanan Köy Enstitüleri bile onu kuranlar tarafından boğulmuştur.

“Mustafa” filmine karşı çıkanların bu tarihsel gerçekleri bilmesi ve dile getirmesi gerekir.

Gerçek devrimcidir.

Atatürk de ne demişti: “Gerçekleri söylemekten korkmayınız.”

“Can Dündar’ın “Mustafa” filmi vesilesiyle DİLE GETİRİLMEYEN GERÇEKLER”, Öğretmen Dünyası, Yıl 29, Sayı 348, Aralık 2008, sayfa 3-4, başyazı. (23 Ekim 2020)