Bugün sabah saat sekizde Vansan kentine gitmek üzere otomobille başkentten ayrıldık. Kore Yarımadası’nı enine keserek Doğu Denizi’ne doğru uzun bir yolculuk yaptık. Bir süre ovalarda yol aldık sonra dağlık bölge başladı. İnsan gücüyle yapılmış işleri kapkaranlık uzun ve kısa tünellerden geçtik. Her yanda önceki günkü şiddetli yağmurun izleri görülüyor. Tünellerde bile su vardı. Yolun belli bölümlerine “bozuk” işareti konulmuş. Yol bütünüyle beton. Beton bloklar üzerinden geçerken otomobil tekerlekleri trenin çıkardıklarına benzer sesler çıkarıyor. İlk mola verdiğimiz yer bir baraj kıyısındaki restoran. Karşıda dimdik tepeler.. Yağmurdan yerlere saçılmış ve toplanmamış kayısılar görünüyor.
Yol boylarında tek tük insanlar göze çarpıyor. Bozulup yollarda kalmış birkaç motorlu aracı tamir etmekle uğraşanlar veya tamir edilmesini bekleyenler var. Bir adam ineğini çitten atlatmaya çalışıyor. Yol kıyısında birkaç keçi otluyor. Çoğu erkek, bir kısmı kız üniformalı askerler. Kamyonların üzerine istif olmuş köylüler. Bizim köylerdeki 1960’lı, haydi haydi 70’li yıllarını hatırlatıyor. Kuzey Kore bu bakımdan Türkiye’yi 30-40 yıl geriden izliyor.
Yol boyunca hiçbir çeşmenin veya su gözünün olmaması ilginç. Bu kadar yağmura rağmen bu topraklardan herhalde hiç su çıkmıyor!
Doğu Denizi kıyısındaki 200.000 nüfuslu Vansan şehrinden, kampa getirdiğimiz çocuklarla 2000 yılında da geçmiştik. Gece idi. Bu kez şehri aydınlıkta gördük. Yakın bahçelerden dönenler, yol boylarında grup grup oturmuşlar, belki de piknik yapıyorlar. Topladıkları ürünleri bir kısmı bisikletlerinin sepetlerinde, bazı kadınlar başlarının üstünde taşıyorlar. Kayısı, şeftali veya lahana. Hoş görüntüler fakat çok istediğim halde otomobil durmadığı için tek bir fotoğraf alamıyorum. Bu umudumuzu dönüşe saklıyoruz. Şehrin ana caddeleri, bütün Kore şehirlerinde olduğu gibi çok geniş. Fakat ana caddeden çıkılmadığı için sokakları hakkında bir görüş edinemiyoruz. “Burada bir kahve içebilir miyiz?” İsteğime “Burada yok. Çocuk kampında içeriz” yanıtı veriliyor. Vansan’a varmadan bulutlu ve puslu hava kaybolmuştu. Pırıl pırıl bir güneş var. Geçtiğimiz dağlar, herhalde batıdaki bulutların buraya geçmesine engel olmuş.
Şehri beş on km. geçince Uluslararası Kim İl Sung Çocuk Kampına ulaştık. Burada anılarım var. Fakat şimdi yalnızca birkaç küme çocuk görünüyor. Tesisin birkaç bölümünü gezdirdiler. Burada fazla kalmayarak dönüş yolunda bir plaj tesisine sapıyoruz. Kumanyalarımızı yiyeceğiz. Ancak yetkililer giriş için para istiyorlar. Om, işi hallediyor. Denize karşı taraçada kumanyalarımızı yiyoruz. Satın aldığımız beş şişe suyun parası bizden. Sahilde geniş bir park var. İçinde birkaç büfe ve pasta, çikolata gibi fabrika ürünleri satan kadınlar bulunuyor.
FOTOĞRAF ÇEKME YASAĞI
Bunlardan birine yaklaşıyorum ve fotoğrafını çekmek istiyorum. Kim, engel oluyor. Nedenini soruyorum. Fotoğrafta görünecek kadından izin almak gerekirmiş. Oysa kadın isteğime hayır dememişti. Bunu hatırlatınca ikinci yalan geldi: Kadın geleneksel giysiler içinde değilmiş! Bu tutuma bozuluyorum. Bir büfenin fotoğrafının çekilmesine başkentte de engel olmak istemişlerdi. Bizim oralara yaklaşmamızı bile istemediklerini anlıyorum.
Vansan’dan dönüşte, giderken çekemediğim fotoğrafları çekmek istediğimi söyledim. Çalışan, yük taşıyan insanlar. Askerler, çocuklar… Demezler mi “Bu yolda durmak yasak!” Yani çekemezsin! En ilginç fotoğraf herhalde bir kağnı arabasınınki olacaktı. Giderken de bunlardan birkaçını görmüştük. Yol boyunda ufak çapta sebze meyve satan kadınların fotoğrafları da ilginç olurdu.
Bu yasakçı tutumlarından ötürü ev sahiplerine küstüm. Daha doğrusu kızdım. Bunu fark ettiler. Yolda dinlenmek için kısa bir mola verildiğinde bunun yasak bir duruş mu olduğunu sorarak alay ettim. Hani yol boyunca durmak yasaktı? Daha sonra yolda durmakta olan her aracı gösterip bunların kanunsuz duruşlar mı olduğunu sordum. Verecek yanıtları olmayınca “Anlaşılan yasak Koreliler için değil, Türkler için” dedim.
Bu tartışmalar içinde muhabbet yeniden koyulaştı. Barajdaki tesise bu kez kahve için uğradık. Ancak onlar kahveyi değil, birayı tercih ettiler. Tabii parası bizden olmak üzere. Biranın fiyatı kahvenin üçte biri kadarmış. Böyle ekstra giderler için ödenekleri yok. Bir kahve, üç bira ve bir üzüm suyunun toplam fiyatı bizim paramızla 5 lira kadar tuttu.
Burada hizmet eden iki kızla fotoğraf çektirdik. Onlara Türkiye’den geldiğimizi söyledikten sonra “İki bekâr oğlumuz var. Bizimle Türkiye’ye gelmeye ne dersiniz?” diye takıldım. Utanıp sıkılacaklarını sanırdım. Hiç değilse “Ailemiz bilir” derlerdi diye umarken “Müstakil ev de verecek misiniz?” diye sormazlar mı?
BİR DAHA KORE’YE GELİRSEM…
Yolda Korelilere anlattım ki bir daha memleketlerine gelirsem başkentte değil, otelde değil, bir köy evinde misafir olmak isterdim. Köylülerle birlikte kalkıp tarlaya gitmek, akşam birlikte onlarla birlikte dönmek isterdim.
“Niçin?” diye sordular.
“Çünkü, dedim. Bir milletin temelini köylülük oluşturur. O millet en iyi köylülerinden anlaşılabilir.”
“Köylerimizde evler dardır, misafir yatıracakları yer yoktur” dediler.
“Türkiye’de köy evleri geniştir. Kore’de neden dardır?”
“Çünkü Kore’nin yüz ölçümü küçüktür. Nüfus kalabalıktır!” diye yanıtladılar…