Güneşin altın ışıklarını Orta Avrupa üzerine bol bol serpmekte olduğu 21 Haziran Çarşamba günü öğleyin Budapeşte'den trenle Estergon’a hareket ettik. Karadeniz bölgesi gibi topraktan yeşilliğin fışkırdığı, yayvan yapraklı ağaç toplulukları arasındaki bağ ve bahçelerden ve modern görünümlü yerleşim yerlerinden geçtik. Trende pek az insan vardı ve ara
istasyonlarda da inip binen azdı. 40 km.lik yolu bir saatte aldıktan sonra yeniden inşa edilmekte olan Estergon istasyonuna ulaştık. Osmanlı tarihinde türkülere geçmiş bu nüfusu 28 bine inmiş.
küçük kente girmek için otobüse bindik ve kalede indik.
Estergon, Macar göçebe topluluklarının ilk kez yerleşip kendilerine yönetim merkezi yaptıkları bir yerleşim yeri. Bu nedenle Macar tarihinde de önemli bir yeri var. İlk Macar kralı 1.000 tarihinde burada taç giymiş. Estergon, Macarların ilk başkenti olmuş. Kalenin orta yerindeki tepeye büyük bir katedral dikmişler. Burası Macaristan’ın en büyük katedrali. Çevresindeki saray yapılarıyla şimdi müze olarak kullanılıyor. Bilet ücretleri gezmek istediğiniz bölüm sayısına göre değişiyor.
Ara sıra çan seslerinin duyulduğu ortalık sakin. Bizim gibi aslen Konya’nın Karapınar ilçesi Hotamış köyünden olup İzmir’de oturan ve bir iş için Macaristan’a gelen bizim gibi meraklı bir Türk’le karşılaştık. Sarayın terasından kenti, Macaristan topraklarına buradan giren muhteşem Tuna’yı, nehrin öte kıyısındaki Slovakya topraklarını seyrettik. Türküde buraya “Subaşı durak” denmesi sebepsiz değil.
Danışmada verdikleri Türkçe bir broşürde de anlatıldığı gibi Macarların Estergom dedikleri kent ve kale tahmin edilebileceği gibi bin yıl boyunca çeşitli istilalara uğramış. Yıkılıp yapılmış, yeniden tahrip edilip yeniden onarılmış.
Kaleden aşağıya koyu gölgeler salan ağaçların arasından Tuna kıyısına inip Macaristan’la Slovakya’yı birbirine bağlayan Marice Valeria köprüsü başına geldik. Bu köprünün adı Türkçede Ciğerdelen’miş. Kimlerin ciğerinin, neden delindiğini öğrenememekle birlikte tarihte o kadar çok ciğerler delinmiş (hâlâ da delinmeye devam ediyor ki) fazla merak etmeye de gerek yok. İlk yapımı 1895. Almanlar 1944’te bölgeden çekilirken köprüyü yıkmışlar, 2003’te yeniden yapılmış.
ELİNİ KOLUNU SALLAYARAK!
Köprünün öte tarafı Çekoslovakya’dan ayrılan Slovakya toprağı. Şimdi bir ülkeden diğerine geçeceğiz. “Dur! Nereye gidiyorsun? Hani pasaportun, hani vizen?” diyen kimse yok! Arabaların vızır vızır geçtiği köprüden yeni bir ülkeye geçmenin heyecanıyla yürüdük. Gördüğüm ülkeler arasında Slovakya’nın da olduğuna yemin etsem başım ağrımaz.
Slovakya’nın adını öğrenemediğim bu küçük kasabasında merkeze doğru yürüdük. İki tarafta küçük marketlerin ve birahanelerin olduğu caddede aileleriyle birlikte gelmiş çocuklar da oynuyordu. Biz de birer bira içip ayaklarımızı dinlendirdik. Güneş batarken köprübaşına dönüp Tuna’yı seyrederek bir akşam yemeği yemek istediysek de böyle bir yer bulamadık. Belki Slovakya topraklarından Estergon kalesi
nehir kıyısında bekleyen vapurda vardı. Köprüden geçerken ayağımı vuran ayakkabılarımı elime alıp yalınayak Macaristan’a dönerken Estergon’un fotoğrafını buradan da çektik.
Tuna kıyısında yemek yiyeceğimiz bir yer aradıysak da bulamadık. Burasının bir gezi ve koyu gölgeler salan ağaçlar altında dinlenme yeri olduğu anlaşılıyor. Şehir merkezinde ucunda Belediye binasının olduğu uzun bir alanda birkaç restoran vardı. Birinde pizza ile karnımızı doyurduk. Trene götüren otobüsü sorduksa da bu saatte otobüs olmadığını öğrendik. Saat 21.30’du.) Bize taksi durağını gösterdiler. Orada taksi beklerken, demin durağı sorduğumuz gruptan bir genç geldi. “Sizi ben götüreyim!” diyerek arabasıyla tren istasyonuna götürdü. “Yaşa be Macar arkadaş!” dedim. İnsanlık hiçbir yerde ölmemiştir. Bu genç bir fırıncıda çalışıyormuş. Örgülü saçları belinden aşağıya iniyordu!
Meğer bu saate tren yokmuş. Onun yolcularını bir otobüs götürecekmiş. Otobüste de yalnızca birkaç kişiydik. Uğranılan istasyonlarda da birkaç kişi inip bindi. Gece 23 gibi Budapeşte’ye döndük.
Bir Macar köyünü, köylülerinin nasıl yaşadıklarını, ne yiyip içtiklerini görmek, Türkiye köyleriyle karşılaştırmak isterdim. Trenle geçtiğimiz ev topluluklarının birer köy mü, kentin eklentileri mi olduğunu anlayamadım. Yalnız yeşillikler içindeki açık arazilerde üzüm bağları, buğday, arpa tarlaları gördük. Bizdeki gibi saz damlı, otantik köylere rastlamadık.