Tarih yazımı bilgi, ciddiyet ve sorumluluk ister.
Son günlerde yayımlanan bir tarih kitabında işlenen vahim hatayı gelecek yazımda ele alacağım.
Bir giriş mahiyetinde olmak üzere 13 yıl önce bir kitabın yazarına 02.02.2010 tarihinde yazdığım mektubu bir parça kısaltarak yayımlıyorum. Mektubub bütününe zekisarihan.com. Adresinden ulaşılabilir.
Kitabın yazarı amatör bir gençti. Turgut Özakman’ın danışmanlığını yaptığı Bilgi Yayınevi, kitabın adındaki çekiciliğe aldanarak onu gözden geçirmeden yayımladı. Kitabın bir hayli kusuru vardı ve bunlardan biri de Kurtuluş Savaşı Günlüğü kitabımı nerdeyse satır satır iktibas etmesydi. (Gelecek yazımın konusu da böyle bir iktibas olayıdır) Kitabın bütününü okuyunca durumu Bilgi Yayınevine de bildirdim. Kitabın üstünkörü okunarak basıldığını kabul ettiler ve bin adet basılan kitabın ikinci baskısının yapılmayacağı yanıtını verdiler. Yazarı genç bir arkadaş olduğu için kendisine aşağıdaki mektubu yazmakla yetindim.
Yazarının adını rumuzla veriyorum.
Sayın A. K.
Son sayfasında teşekkür ettiğiniz kişiler arasında adımın bulunduğu, ayrıca övücü sözlerle imzalayıp gönderdiğiniz İhanet Basını adlı kitabınızı okumaya başladım. İlk 40 sayfaya geldim.
Ne yazık ki, emek vererek 564 kitap sayfası halinde yayımladığınız “İhanet Basını” hakkında övücü şeyler söyleyemeyeceğim.
Her şeyden önce nasıl böyle iddialı bir başlık altında kitap yazmaya cesaret ettiğine hayret ettim. Çünkü Türk basının Kurtuluş Savaşı yıllarındaki durumu hakkında bir yorum yapabilmek için o gazeteleri incelemek gerekirdi. Gazetelerin yüzünü görmeden, başkalarının yaptığı alıntılardan bir yoruma gitmek son derece yanlıştır. Bu kadar bilgiyle olsa olsa birkaç sayfalık bir deneme yapılabilirdi. O da yorumun isabetli olması kaydıyla.
Kitabınız bana, yarım bilgi ile büyük sözler söylemenin ne kadar yanıltıcı olduğunu hatırlattı.
Kurtuluş Savaşının bütününe veya herhangi bir alanına iyice nüfuz etmeden iddialı yorumlarda bulunmaya kalkışmak insanı ne kadar büyük yanlışlara götürüyor. Bu nüfuzun sahibi olabilmek için yıllarca kütüphanelerde toz yutmak, belgelere ulaşmak için çabalamak gerekir. Bu işi kendine iş edinmiş tarihçiler bile sizin kadar kesin yargılarda bulunmaya cesaret edemezler. Hem hâlâ yeni belgeler ve bilgiler peşindedirler, hem de bu belgeler üzerinde konuşurken bazı tahminlerde bulunurlar.
Kitabınıza ruh veren anlayış, bugün Türk basınının ihanet içinde olduğu, bunun örneğinin Kurtuluş Savaşı yallarında da yaşandığıdır. Elinizde böyle bir kalıp olunca o günkü İstanbul basını ne yazmışsa bunu (aslını astarını bilmeden, o günkü koşulları hesaba katmadan) ihanete yoruyorsunuz.
Öte yandan mütareke başlangıcında İstanbul’daki psikolojiyi, hükümetin, ordunun, halkın ruh halini iyi tahlil etmeden “Memleket için çalışan bir tek kişi vardı, fakat onun değerini bilmiyorlardı” gibi bir yargıda bulunuyorsunuz.
Şartları ağır olmakla birlikte Mondros Mütarekesi Osmanlılar için bir zorunluluktu. Yenilmiş olan taraf, zararı nerede karşılarsa bunu kâr sayar. Bu mütarekeyi imzalayan kurulun başında “Hamidiye Kahramanı” Rauf Bey vardı. Bu mütareke imzalanmasaydı muhtemelen İngiliz, Fransız orduları Anadolu’yu da çiğneyecekler ve şartları çok daha ağır bir anlaşma imzalatacaklardı.
Tekrar o dönemin basınına dönelim: İstanbul’da yayımlanan gazetelerin hepsi hain değildi. Hatta çoğu hain değildi. İngiliz yanlısı gazeteler Türkçe İstanbul, (Yeni İstanbul), Peyam, Sabah gazeteleriyle sınırıydı. Diğer gazeteler, örneğin Âti (Daha sonra İleri), Vakit, Yenigün, Hadisat ve daha başka gazeteler İttihatçılar tarafından çıkarılıyorlardı ve baskı altındaydılar. Yeni hükümetten şikâyetçilerdi. Bu nedenle sık sık kapatılıyorlar, sansüre uğruyorlardı. Hatta Ahmet Emin sürgüne bile gönderilmişti. Ebüzziyazadelerin gazetesi Tasviriefkâr (Tevhidiefkâr), İslamcı Yurtsever bir siyaset güdüyordu. İkdam da mütarekenin başlarında Hürriyet ve İtilaf’a yakın olmakla birlikte giderek yurtsever tutum almıştır ve yazarları arasında ateşli bir yurtsever olan Yakup Kadri de vardır. Akşam gazetesi de yurtsever bir siyaset izlemiştir. Yurtsever gazetelerin bir kısmı bir ara Amerikan mandacılığına bel bağlamışlarsa da Anadolu’da gelişen hareket karşısında bundan vazgeçmişlerdir.
Kitabınızın en önemli hatalarından biri kaynakları görmeden ve kontrol etmeden bunları dipnotlarda kaynak olarak göstermenizdir. Konu ihanet basını olduğuna göre bu ihanete kanıt olarak gösterdiğiniz gazetelerin hiç birini görmüş ve okumuş değilsiniz. Fakat dipnotlar esas olarak bu gazetelere dayanıyor. Böyle bir şeye nasıl cesaret edebildiğinize de şaşmak gerekir. Bu; hem başkalarının emeği üzerine konmak olduğu için ahlakî değildir, hem de sizi çeşitli yanlışlara götürür. Ne malûm o kaynakta böyle bir bilgi bulunduğu. Başkalarının yaptığı araştırmaya nasıl yüzde yüz güvenerek kendinizi teslim ediyorsunuz? Çünkü belki yararlandığınız kaynak bilgiyi eksik, yanlış aktarabilir. Eski yazıyı doğru okuyamamış olabilir. Bir metni kendine göre özetlemiş olabilir. O kaynakta yapılabilecek yanlışı aynen alarak ona gözü kapalı ortak olmuş oluyorsunuz?
Bu “intihal”lerin yasal yaptırımları da vardır.
Düzgün araştırmacılar, değil bir bilginin kaynağına işaret etmek, kendileri başkalarının işareti ile bir kaynağa ulaşmışlarsa (“Bu kaynağı görmeyi falancıya borçluyum”) gibi bir ifadeyle buna bile işaret ederler.
Kitabınızda kaynak göstermediğiniz birçok bilgi ve metin de var.
Gazetelerde olduğu gibi, kendiniz okumadığınız halde başkalarının kitaplarında gösterilmiş kaynakları da dipnot kaynakçası olarak gösterdiğiniz kuşkusu uyanıyor.
Ayrıca dipnotlarında bu kadar çok kaynağa işaret eden bir kitabın neden bir “Kaynakça” kısmı olmadığına hayret etmemek mümkün değil. Yararlandığınız birkaç kaynakta bile bu örneği görmüş olmalısınız. Sanırım bu kaynakça listesi vermeyişinizin nedeni bunların büyük çoğunluğunu görmemiş, okumamış olmanızdır.
Sayın K.,
Ülkemizde PKK faaliyetleri, Avrupa Birliği’ne giriş çabaları ve AKP iktidarı bir karşı ulusalcı cephe yarattı. Bu olumlu bir gelişme olmakla birlikte bu cephenin içinde gerçeklerden saparak komplo teorileri üreten çığırtkan bir kesim de yer aldı. Hıristiyan ve Yahudi düşmanlığı bunların en çok başvurdukları yöntemdir. Sizin de kitabınızı Rum, Ermeni, Yahudi düşmanlığı üzerine bina ettiğiniz görülüyor.
Öyle tarihler yazmalıyız ki bu her milletin mensupları tarafından takdirle karşılansın, doğru bir kaynak olarak okutulabilsin. Tarihin belli bir döneminde Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılar emperyalistlerin maşası, Türkler için bağımsızlıkları için savaşan haklı bir konumdaydılar. Buna bakarak Yunanlıların her zaman haksız, kötü yaratılmış insanlar olduğunu sanmak hatadır.
S. 16’da Osmanlı basınını “Savaşlardan, kandan, kinden beslenen bir basın” olarak niteliyorsunuz. “Gazeteciliğin kârlı bir iş olduğunu da ileri sürüyorsunuz. Gene bu basının yabancılardan para aldığını ve Türkiye’de yabancıların sözcüleri gibi yayın yaptığını yazarken toptancılığa sapıyorsunuz. Bu ağır bir ithamdır ve her türlü sansüre, baskıya, ekonomik göçlüklere direnen, özgürlükleri savunan Türklere yapılabilecek büyük bir hakarettir.
S. 18’de basının Mondros Ateşkes Anlaşması ve İttihatçı şeflerin kaçışlarını yazarak gündemi oyaladığını yazıyorsunuz. Bir gazete ve gazeteci için o günlerde bundan daha önemli hangi haber
olabilirdi? Bunu manşetlerine çekmeyecekti de ne yapacaktı?
S. 21’de, herkesin hain olduğu gibi bir önyargınız bulunduğu için “Meclis’te az sayıda yurtsever olduğunu” ileri sürüyorsunuz. Meclis İttihatçılar tarafından oluşturulmuştu ve bu nedenle de kapatılmıştır. Meclis’te insanların kaçının yurtsever, kaçının hain olduğuna ilişkin ne gibi bir ölçütünüz var?
Sevgili kardeşim, kitabınızın türünü belirlemek oldukça zor. Bir tarih kitabı mı? Ajitasyon için yazılmış bir belge mi? Bir deneme mi? Bunların birinde karar kılmak gerekirdi. Ajitasyon için bu kadar çok belgeye atıf yapmaya gerek yoktu. Bir tarih kitabı ise bu kadar çok sloganla yazılmaz. Şu ifadelere bakalım:
“”Bir Troya rahatlığında mışıl mışıl uyurken” (s. 21)
“Kirli paralarla, kirli yazılarla, ihanet gırtlağına boğulurken( s. 22)
“Fatihlerin kemikleri Yunan palikaryalarının altında eziliyordu” (s. 24)
“İnsanlığa sığmayan alçakça bir davranış” (s. 27)
“Bu sözler Paris’ten bir yılan hışırtısı gibi göklere yükselirken” (s. 27)
“Güneş tanrısı Zeus’tan aldıkları yüksek emirle Boğaz’a demirleyen” (32)
“İnce şayak kalpağıyla… altın saçları ve mavi gözleriyle soylu bir kartal gibi (s. 32)
“Padişah, derinden gelen titrek sesiyle” (s. 38)
“Londra’ya gönderdiği alçakça rapor” (s. 42)
“Ve mavi gözleriyle İsmet Bey’e sordu” (47)
Bu ifadeler bir tarih kitabında yer alamaz.
Sevgili kardeşim,
Henüz çok gençsin ve önünde uzun bir hayat var. Niyetli ve kararlı olduğun sürece Türk toplumuna ciddi ve yararlı kitaplar sunabilirsin. Bu kitaptaki hata, gerektiği kadar araştırma yapmadan ve emek sarf etmeden iddialı bir kitap çıkarmaya cesaret etmen ve yayınevinin de bunu ciddiyetle inceleyip sana yol göstermemiş olmasıdır. Yayınevlerinin yayımlayacakları kitaplarda seçici olmarının böyle bir yararı vardır.
Öyle sanıyorum ki yapılacak iş, maddi zararı göze alarak kitabı piyasadan çekmektir. Eğer bu yapılamıyorsa asla yeni baskısını yapmamaktır. Eğer bu konu üzerinde çalışma yapmak istiyorsan olayı yeni baştan ve bir tarihçi sorumluluğuyla ele almaktır.
Yazdıklarımdan ötürü bana kızmakta serbestsin ama üzülme. Daha iyisini ve doğrusunu yaratmakta azimli ol.
Ben bunları seni önemsediğim, sen de benden kitap hakkında eleştiri istediğin için yapıyorum. Bunun sana faydası olacaktır, buna inanıyorum.
Gözlerinden öper, çalışmalarında başarılar dilerim.
Zeki Sarıhan
(Güncelleme: 26 Ocak 2023)