Kurtuluş Savaşı’nın “Mütareke” adı verilen ilk evresinde, Birinci Dünya Savaşında yaşanan acı yenilginin etkisiyle herkesin biraz dinlenmeye çekilmesini, “şimdi ne olacak?” diye beklemeye başlamasını doğal saymak gerekir. Şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmak zorunda kalınmıştır ama acaba yakında kararlaştırılacağı beklenen barış anlaşması nasıl olacaktır? Büyük devletler, bağımsız bir Türkiye’nin yaşamasına izin verecekler midir? Padişahın tutumu ne olacak, art arda kurulan (İzzet Paşa, Tevfik Paşa, Damat Ferit Paşa) Hükümetleri, milletin haklarını savunabilecek midir?
Yalnız İstanbul’un politik ve askeri çevreleri değil, Anadolu da aynı ruh hali içindedir. 1912 Balkan Savaşlarından beri altı yıldır millet savaştan yorulmuş, bıkmıştır ve artık savaşsız bir diplomasi beklemektedir. Medeni milletlerin Türk milletine karşı o kadar da insafsız davranmayacağı umulmaktadır.
Sonradan Türk Kurtuluş Savaşına önderlik edecek siyasi ve askeri rical de içinde olmak üzere, herkes politikanın içindedir. Henüz silahlı bir direniş gündemde yoktur. O günün basınından, görüşmelerinden, demeçlerden anlaşılan budur. Daha Mütarekenin hemen ertesinde İstanbul’da Kurtuluş Savaşı’nın planlarının yapıldığı gibi efsaneler, sonradan üretilmiştir.
İNGİLTERE Mİ, AMERİKA MI?
İstanbul mahfillerinde üç görüş ortaya çıkmıştır. Birinci görüş, Türkiye’nin kurtuluşunun İngiliz himayesine girmekle mümkün olduğudur. Müttefiklere bu görüş kabul ettirilebilirse İngiltere Türkiye’yi böldürmeyecek, kendi himayesinde yaşatacaktır. İmparatorluğu Savaşa sokan İttihat ve Terakki iktidardan düştüğüne ve liderleri ülkeden kaçtığına göre, Türkiye artık İngiltere himayesinde varlığını sürdürebilecektir. Bunun için İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurulmuş ve bu cemiyet yaygın bir imza kampanyası başlatmıştır. Padişah ve Mütareke ile yeniden faaliyete geçen Hürriyet ve İtilaf Partisi, İngiliz himayesinin öncüleridir. İttihat Terakki’nin artçılarından iktidarı devralan Damat Ferit Paşa da bunun hararetli savunucularındandır. İngiliz taraftarlarının Sabah, Peyam, Alemdar gibi sözcüleri vardır.
İkinci görüş, daha çok ikinci derecede İttihatçıların başını çektiği Amerikan mandası isteyenler tarafından temsil edilmektedir. Bunlar, şimdiye kadar Türkiye ile savaşmamış ve demokrasinin en yaygın olduğuna inanılan Amerika, Türkiye’nin yönetimini belirli bir süre üstlenirse, hem devlet varlığının korunacağını, hem de yapılacak esaslı reformlarla yönetimin modernleşeceğini savunmaktadırlar. Daha ilk başlarda Amerikan mandası taraftarı ünlü gazeteciler, bazı İngiliz-Fransız yanlılarını da yanlarına alarak Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurmuşlar, ABD Başkanı Wilson’a yazdıkları mektupla da Türkiye’nin mandasını üstlenmesini istemişlerdir. Halide Edip Adıvar, Ahmet Emin Yalman, Yunus Nadi bu ekibin başını çekmekteydi. Vakit, Yenigün gibi gazeteleri de vardı.
Mütareke başlarında yaygın olmamakla birlikte üçüncü bir görüş de bulunuyordu. Bunların sözcüsü Devletler Hukuku Profesörü Ahmet Selahattin Bey’dir. Hem de Ahmet Emin Bey’in Vakit gazetesinde yayımlanan yazılarında manda ve himaye görüşlerine kararlılıkla karşı çıkmıştır. Böyle bağımsızlıkçı bir damarın üniversite öğrencileri arasında bulunduğu da anlaşılıyor.
İlk mücadeleler İngilizciler ve Amerikancılar arasındaymış gibi görünse de temel ayrım milletin gücüne güvenlerle güvenmeyenler arasında olduğu birkaç ay sonra ortaya çıkacaktır.
MİLLETİN ORTAYA ATILMASI
Herkesin amacı bir fakat önerilen yollar ayrıdır. Millet, yeni bir savaşa tutuşabilecek midir? İnsanlar başta olmak üzere, elde kalan kaynaklarını bağımsızlık için seferber edebilecek midir? Bu sorunun yanıtı Yunanlıların İzmir’i işgal ettiği 15 Mayıs 1919’da ortaya çıktı. Bu işgale Müttefikler izin verdiğine göre onların Türkiye’yi “affetmek” ve toprak bütünlüğünü korumak gibi bir niyetlerinin olmadığı anlaşıldı. İngiltere taraftarları bu işgale üzüntülerini belli etmekle birlikte İngilizcilikten vazgeçmediler ve savaşın sonuna kadar bir ihanet şebekesi olarak varlıklarını korudular. (Damat Ferit-Ali Kemal çizgisi)
Amerikan mandası taraftarları ise Amerika’dan umutlarını bir süre daha devam ettirdiler. Sivas Kongresinde bile mandacıların sayısı bağımsızlıkçılardan daha fazlaydı. Buna rağmen manda kararını aldıramadılar, bunun yerine Kongre, ABD’ye yardım için başvurmakla yetindi. Amerikan mandasını savunmuş olanlar Kurtuluş Savaşı’nın ön cephesinde görev aldılar. (Halide Edip-Yunus Nadi Çizgisi)
Mustafa Kemal Paşa ekibi 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktığında memleket mitingler ve protesto telgraflarıyla dört gündür ayaktaydı. Mustafa Kemal Paşa’ya bu mücadelede milletin başına geçme cesaretini veren bu gelişmelerdir. 1927’de vereceği Büyük Nutku’nu 19 Mayıs 1919’dan başlatmasının nedeni de budur. Bir dizi görüşmeden sonra 21 Haziran 1919’da Amasya’da kaleme alınıp Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Refet Bey’in imzasını taşıyan, Kâzım Karabekir’in de telgrafla onay verdiği, millete yayımlanan genelgede “Vatanın bütünlüğü ve milletin istiklali tehlikededir. Milletin bağımsızlığını gene milletin kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır” denilmesi ve millet temsilcilerinin Sivas’ta yapılacak kongreye çağrılması bu millete güvenme düşüncesinin eseridir.
Hiçbir sultan, yönettiği mülkün yönetiminde ortaklık kabul etmek ve hükümran olduğu toprakları başka devletlerin egemenliğine vermek istemez. Yeter ki milletinin gücüne güvensin. Vahdettin ve çevresinde bulunmayan bu idi. Çağın gidişini anlamıyorlar ve millete güvenmiyorlardı.
Bağımsızlık mücadelesinde millete güvenmek hayali bir görüş değildi. Türkler vatanları ve bağımsızlıkları için ayağa kalkabilir, seferber olur ve bu savaşı kazanabilirlerdi. Bunun gerekçelerini ise başka bir yazıda anlatacağım.